İnsan var olmak, kendi varlığını hissetmek için başkasına muhtaçtır. Başkasını kendiyle kendini başkalarıyla anlar. Başkalarının duygularını anlamaktan yoksun olan zavallıdır, insanî ve vicdanî bakımdan gelişmediği gibi her kötülüğe açıktır.
Adam Philips, başkasını anlamak üzerinden Batı toplumuyla hesaplaşır. Batı toplumunda başkasına ihtiyaç duymak zayıflık addedilir. Bireysellik alabildiğine yüceltilir. Herkes kendine yetmek, özerk olmak zorundadır. İnsanın özerk olması düşünsel açıdan iyidir. Düşünsel açıdan özerk olmak, insanın herhangi bir mekanizmaya bağlı olmadan kendi düşüncesini/ fikrini söyleyebilmesi, fikir üretme ve paylaşma bakımından özgür ve bağımsız olması anlamına gelir. Fakat sosyal yardımlaşma, insani dayanışma, paylaşma, toplumun diğer unsurlarını gözetme bakımından insanın özerkliği/ bireyselliği, ötekine kapalı olması demektir.
Özerklik ve bireysellik, ötekini anlama duygusu gelişmiş insanların idrakine varacağı bir yaşama biçimi, hayata karşı bir duruş edinmedir. İnsanın kendi hayat standartlarını, nasıl düşünüp yaşayacağını, kendi hayatının sınırlarını belirleme yetisine sahip olma düzeyidir. Kendini yetiştirmemiş, hayat görgüsü gelişmemiş insanlar özerkleşemez. Bununla beraber kendini yetiştirmemiş, kaba yanlarını törpülememiş, bakış açısını geliştirmemiş insanlar bireysellikleri arttıkça bencil ve ötekine kapalı birine dönüşürler. Bu insan tipinin oluşturduğu toplumda insani değerleri yaşatmak ne ölçüde mümkün olabilir?
Adam Philips’in Batı toplumunu özerklik üzerinden eleştirmesi, Batı toplumunun dayanışma, vicdan, merhamet ve şefkat gibi temel insanî değerleri kaybetmesinden kaynaklıdır. Batı ve Doğu toplumu diye ayırarak genelleyici bir bakış açısıyla eleştiri, yergi veya övgü yapıldığında birtakım sıkıntılar doğabilir. Bu handikapa ve kolaycılığa düşmeden akıl yürütmek daha doğru bir yoldur. Her genellemenin içinde istisnalar söz konusudur. Genellemeci bakış açılarında çoğunluk dikkate alınır, istisnalar ayrı tutulur. Biz bunu “İstisnalar kaideyi bozmaz” diye formüle etmişizdir. İstisnaların kaideyi bozmaması şu anlama gelir: İstisnaları konuya dahil etsek bile tablo değişmez, aynı kalır. Kaide bu sebeple bozulmaz.
Bireyselliğin egemen olduğu Batı toplumunda muhtaç olmak ve birine ihtiyacını bildirmek ayıplanır. Aşırı iletişimsizlik kadar aşırı iletişim de insanları birbirinden dolayısıyla anlamlı, samimi, doğal ilişkiler kurmaktan uzaklaştırır. Hannah Arendt kötülüğün sağlık sorunları olmayan, içimizden ve hiç ummadığımız birinden gelmesini “kötülüğün sıradanlığı” olarak nitelendirmişti. Jean Baudrillard ise aşırı iletişim yüzünden ötekinin ortadan kalkması ve öteki kavramının dejenere olmasını “kötülüğün şeffaflığı” kavramıyla açıklar. Öteki bir yabancıdır. İnsanın kendinden olmayan ama aynı zamanda kendine ayna olacak olandır. İnsanın kendini teraziye koyup tartacağı, ondan görüp kendine katkı sağlayacağı, ona bakıp kendini düzelteceği bir ayna olarak öteki diye bir şey kalmamıştır. Mevcut farklılıklar birbirini beslemek üzere değil, kutuplaşmayı artırmak ve kendi farklılığını diğerine dayatmak üzere sürekli çatışma hâlindedir. Byung Chul Han, buna “aynının cehennemi” adını verir. Aynının cehennemi kavramsallaştırması herkesin tektip olması, farklı bir yaşama biçimine, hayat görüşüne ve inanca mensup olanın silinmesi anlamına gelir. Bu kavramsallaştırma Baudrillard’da “kendi cehennemi” olarak karşımıza çıkar. Böyle bir toplumda kişinin sadece ötekine değil, kendine karşı da alerjisi, reaksiyonu, kendinden hoşnutsuzluğu artar. Maruz kaldığımız teknolojilerin iletişim ağını kolaylaştırması, her şeyi şeffaf hâle getirmesi ötekinin varlığını hissetmemize mani olmakta, başkasını yadsımamıza neden olmaktadır. ‘Öteki diye biri yok, öteki benimle aynı’ anlayışının hükümranlığı “öteki benden farklıysa yok olsun” zalimliğini de beraberinde getirir.
Modern psikolojinin salık verdiği ve salt bireycilik empoze ettiği tavsiyelerle artık Doğu toplumlarının hâli de Batı’ya benzemeye başladı. Batı ahlâkında birine yardım ediyorsanız, muhakkak sizin de bir çıkarınız olmalıdır. Altürist yani fedakâr, diğerkâm ve özgeci yaklaşım, Batı ahlâkında son derece zayıftır. Liberalizmin mottosu win-win’dir. Bu anlayışta ‘sen de kazan ben de kazanayım’ ilkesi kabul görür. Kazan-kazan mantığında iyilik yapıp denize atmak, karşılığını aşkın olan varlıktan beklemek yerine iyiliği bir gösteri ve menfaat aracına çevirme söz konusudur. Birine yardım ediliyorsa muhakkak onun da misliyle bu yardıma cevap vermesi gerekir. Bu mantıkta, muhtaç birisi için tam ve net olarak bir fedakârlık söz konusu değildir.
Sesini ve sözünü yükseltirken, iyi ve doğru bir eylemde bulunurken kendisiyle ilgili herhangi bir şeyi öne çıkarmaktan geri durmalıdır insan, iyiliği incitecek hiçbir şey yapmamalıdır. Zihinlerin ekranlaşmasıyla insanlar, her yerde kendini arar, kendini dev bir ekranda görür hâldedir. Anlam arayışını kuşanan bir var olma sancısı değildir bu, boy göstermedir. Din, siyaset, moda, sanat ve hatta sıradanlık ve bayağılık bile ekranda aynı dili kullanır: ‘Bana bak, beni gör, ben bir objeyim, görülmek istiyorum’ bayağılığı. Yine Baudrillard’a başvuracak olursak “narsisizm bile değildir bu; sığ bir dışa dönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri hâline geldiği bir tür reklamcı saflığı.”
İyi insan tanımını çoğu zaman şefkati ve merhameti yüksek insan olarak algılarız. İyi insan tüm bu hasletlerle beraber zihinsel işlem kabiliyeti de yüksek olandır. Yusuf suresi iyiliğin hisli, ihlaslı ve cömert bir kalple yapılacağını ama aynı zamanda iyilik eden kişinin akıl, mantık ve düşünme pratiği yönünden en gelişmiş insan olduğunu çok iyi anlatır. İyi insan söz, eylem ve tavırlarıyla zihnen de kalben de arı durudur. Kötülüğü tanır, kötülüklere karşı uyanıktır. İyiler kendilerini iyi insan olma yolunda yetiştirirken kötülük tarafından gafil avlanmamak üzere de bilinçlenmeli, kötülük bahsini ders çalışır gibi çalışmalı, kötülük karşısında suskun ve bezgin kalmamalıdır.
Haksızlık/ Kötülük karşısında susan kimsenin “dilsiz şeytan”a benzetilmesi de son derece manidardır. Kötülük yok edilemeyebilir ama sindirilebilir, etkisiz hale getirilebilir ve kötüye haddi bildirilebilir. Nedense hakkını arayanlar, kötüye sesini yükseltenler, kötülüğün önüne geçmek isteyenler engellenir. Kötülüğün önüne sağlam setler çekilmediği şu dünyada, iyilerin payına bir köşede kendilerini avutmak, kötülüğe karşı direnecek gücü bulamamak düştü. En üzücü olanı da iyiler, ivedilikle birleşmek konusunda çok geri kaldı, çok dağıldı, çok savruldu. Oysa ki güdük ve gelişime kapalı olan kötülerdir. İyilik gelişime, ilerlemeye, yayılmaya, kalplere nüfuz ve tesir etmeye açıktır.
Kötüler asla kendini sorgulamaz, onlar dar görüşlü ve sığ bakışlıdır. İyiliğin şefkatle kuşatan, merhamet kanadıyla sarıp sarmalayan enginliği vardır. Hz. Yusuf’un kardeşleri kötülük içinde saplanıp kaldılar, muhtaç duruma düştüler. Hz. Yusuf da çektiği sıkıntı ve cefalar üzerinde yükseldi, sabrını ilim, eylem ve arayışla süsledi, intikam alma gücü olmasına rağmen almadı. Çünkü sabır, eylemsizlik içinde bir bekleyiş değil, gayretin içinde parlayan ümittir. Sabredenler hakikatli iyilerdir, harekete geçen, çok çabalayan, elinden geleni yapan yüksek ruhlu kimselerdir. Sabır, iyilerin harcıdır. O sabrın içinde kendini kritik eden, iyilik hâlini koruyan ve geliştiren bir dinamik vardır.
İnsanın ‘daha kötü ne olabilir’ dediği bir yer var, orada sabır ve tahammül de dumura uğrar ama inan, her şeyin daha kötüsü, kötünün de kötüsü var. Tam da bu yüzden iyilikte sebat edenlerin kalbi dirayet ve metanetle dolsun. İyilerin gözü pek, sözü yüksek olsun…