Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Son on yıl içerisinde Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada üç önemli olayın gerçekleştiği görülüyor: Arap Baharı, Doğu Akdeniz’de gaz keşifleri ve Rusya’nın Kırım’ı ilhakı. Arap Baharı ve gaz keşifleri bölgesel dengeleri tersyüz ederken, Kırım’ın ilhakı, Avrupa ve Amerika kamuoyunda Rus tehdidini yeniden gündeme getirdi. Öte yandan Arap Baharı’nın estirdiği değişim rüzgârları, İsrail, Mısır, Yunanistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Güney Kıbrıs’ı birlikte hareket etmeye motive etti. Bu durumun birçok nedeni olmasına rağmen, içlerinde en dikkat çekeni, Türkiye’nin Kuzey Afrika’da etkisini ve gücünü artıracağına dair duyulan şüpheydi. Ankara’nın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da giderek artan popülerliği ve yükselen gücü, Ortadoğu’daki otoriter rejimler ve Türkiye’nin jeopolitik rakipleri olan İsrail, GKRY ve Yunanistan tarafından büyük bir tehdit olarak algılanıyordu. Özellikle Muhammed Mursi’nin Mısır’da iktidara gelmesi ve Türkiye ile geliştirdiği güçlü diyalog, bu algının iyice pekişmesini sağladı.
Aynı dönemde Kıbrıs, Mısır ve İsrail arası havzada ticari değeri yüksek doğalgaz ve petrol kaynaklarının varlığına ilişkin tartışmalar, uluslararası kamuoyunda kendisine yer edinmeyi başarmıştı. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’ya müdahalesi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Avrupa Birliği’ni (AB) meşgul ederken, bu süreçte yanıtı en çok aranan soru, Doğu Akdeniz gazının Rus gazına alternatif bir kaynak olup olmayacağıydı. Nihayetinde Rusya ile AB arasındaki enerji bağımlılığının NATO’yu zayıflattığı düşünülüyordu. Tam da bu noktada İsrail, GKRY ve Yunanistan, bu sorunun Doğu Akdeniz gazıyla çözülebileceğini öne sürdüler.
Bu üç ülkenin esas kaygısı, Rusya’ya karşı Avrupa’nın enerji arz güvenliğini sağlamak değildi. Yunanistan ve GKRY için önemli olan, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de ve Ege Denizi’nde Türkiye’ye karşı güç kazanmak ve ABD ile AB’nin desteğiyle kendi tezlerini Türkiye’ye kabul ettirmekti. Ayrıca Doğu Akdeniz gazı üzerinden Avrupa’daki jeopolitik konumlarını kilit bir pozisyona çevirme ve bu suretle Türkiye’yi yalnızlaştırma niyeti taşıyorlardı. Bu niyetlerine Sisi darbesinin ardından Mısır’ı da dâhil ettikleri anlaşılıyor. Dahası Atina’nın yürüttüğü bu akıl oyununa Fransa’yı da katması uzun sürmedi.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un hırslı kişiliği, “Büyük Fransa İdeali” ve “Türkiye’yi Afrika’dan uzak tutma siyaseti” gibi psikolojik ve jeopolitik faktörler, Paris’in Atina’ya hamilik yapmasını teşvik etti. İsrail’e gelince, Başbakan Netanyahu devrim dalgasından panikleyen Arap otoriter rejimlerinin korkusundan ve de Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın Türkiye karşıtı planlarından ziyadesiyle istifade etmeyi başardı. Bu bağlamda; ilişkilerinin bozuk olduğu otoriter Arap rejimleri, Yunanistan ve GKRY ile hızlı bir normalleşme sürecine girdi. Kısa zamanda enerji projeleri ve askeri güvenlik alanlarında geliştirdiği stratejilerle Abu Dabi, Kahire, Lefkoşa ve Atina nezdinde nüfuzunu artırdı; bölgesel yalnızlığından ve de tecridinden kurtuldu.
Doğu Akdeniz gazının Kıbrıs üzerinden Yunanistan’a, oradan da İtalya’ya nakliyesini öngören Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nin (EastMed) odağında enerji güvenliğinden ziyade bölgesel hâkimiyet, jeopolitik kazanımlar ve siyasi üstünlük gibi siyasi hesapların varlığı başından beri biliniyordu. Öncelikle fosil yakıtlara dayalı bu proje, Paris İklim Anlaşması ile AB’nin enerji politikalarına aykırıydı. Bu nedenle uzun ömürlü makul bir yatırım olma vasfı taşımıyordu. Kaldı ki yüksek maliyeti, düşük kârlılığı, fosil yakıta dayalı olması ve kısa ömürlülüğü, projede belirsizliğe ve finansör sıkıntısına neden oluyordu. Belki daha önemlisi, Türkiye-Libya Anlaşması’ndan sonra projenin ilan edilen güzergâhının büyük bir çıkmaza girmesiydi. Öyle ki Türkiye veya Libya’nın onayı olmadan hattın Yunanistan’a ulaşmasının imkânsız olacağı kısa zamanda anlaşıldı. Buna rağmen Atina, siyasi amaçlarından dolayı projedeki ısrarını sürdürdü.
Çünkü EastMed’in AB ve ABD tarafından desteklenmesi, Atina’ya Doğu Akdeniz, Ege Denizi ve Kıbrıs’ta güçlü bir pozisyon sağlıyordu. Fakat ABD’nin Yunanistan’ı aşan daha hayati meselelerinin bulunması, işin en zayıf tarafıydı. NATO ve AB ülkelerinin arasını açan, muğlak ve hiçbir stratejik değeri olmayan bir projeye, sırf Atina’nın hırslarından dolayı ABD’nin destek vermesi, Washington’da en çok eleştiri alan konuların başında yer alıyordu. Bu yüzden projenin hem anlamsız hem de aşırı bir yük olarak değerlendirilmesi şaşırtıcı olmadı. Nitekim ABD’nin yeni siyasetinde öncelikli sorunlar, Çin ve Rusya. Doğu Akdeniz değil ve Türkiye EastMed’ten çok daha değerli.