Sınıra yakın tüm kavşak ve yol ağızlarında birer ikişer Pakistan askeri tam teçhizatlı biçimde nöbet tutuyordu. Afganistan tarafından gelecek bir VIP için bu tertibatın alındığı aşikârdı. Eylül’ün 4’ünde Pakistan İstihbaratı (ISI) Şefi Korgeneral Faiz Hamid Taliban’la müzakereler için ülkeye gitmişti, o mu dönüyordu acaba? İstihbarat şefi Afganistan’da 3 gün kalır mıydı ve dönerken karayolunu tercih eder miydi ki? O değilse bile -Pakistanlı veya Afgan- önemli bir yetkilinin bu yoldan birazdan geçeceği muhakkaktı. Peşaver’den sınıra kadar tek bir noktada dahi durdurulmamış olmamız Pakistan’ın Peştu kabileler yöresindeki hâkimiyetine bir karine olarak kabul edilebilirdi.
Afganistan tarafında sınıra en yakın şehir Celalabad’dı. İktidarı ele geçirdiği ilk günden itibaren Taliban’a karşı cılız da olsa kitle gösterilerinin tertiplendiği yer olması itibarıyla muhalefetin merkezlerinden biriydi. Garip bir biçimde Taliban’a karşı seküler muhalefetin de DAİŞ’in de neşvünema bulduğu odak burasıydı ve daha ilk bakışta ben bunu şehrin Pakistan’a yakınlığıyla ilişkilendirmeden edemedim. Pakistan, Afganistan içinde hep güçlüydü ve her yerde iyi kötü tesir sahaları vardı; fakat Celalabad eskiden beri derinlemesine nüfuz edebildiği bir beldeydi. Taliban’la ilişkisine bağlı olarak bu şehirdeki altyapısını dilediği yönde harekete geçirebilirdi.
Yolun sağında bir çay darlaşıp gürleşerek, yayılıp sığlaşarak bıkkın biçimde akıyor, yer yer baraj göllerine dönüşüyordu. Yirmili yaşlarımın ortalarındaki bir yaz sonu bu baraj göllerinde yüzerek güne başlıyor, akşamı da yine bu serin sularda karşılıyordum. O eylülde Taliban bu bölgeyi ve sonra da Kâbil’i ele geçirmeyi başarmıştı. Aklım aniden o eylüle direksiyon kırdı. Eski baraj sularını, eski Bülent’i ve Taliban’ı düşündüm.
Her şeyin bir bakıma aynı, bir bakımaysa bambaşka olduğunu fark ettim o an. İnsan aynı baraja iki kere giremiyor, hem kendisi hem de sular çok fazla değişmiş oluyor diye düşündüm. Yıllar var ki bir münzevi olarak kendi değişimim üstüne kafa yormuştum, şimdi Afganistan ve Taliban’ın serencamını müşahede için buradaydım. O ikisi ne kadar aynı kalmış, ne kadar başkalaşmıştı?
Yol, bazı kısımlarda bir bulvar gibi gür ağaçlarla kaplanıyor ve sizi ileride bekleyen görkemli bir geleceğe hazırladığı hissi uyandırıyordu. Gelgelelim bu ümit bahşedici vaat her defasında boşa çıkıyor, bir sonraki vaat de realite de gittikçe daha az iyimserlik ihtiva ediyordu. Her kademede coğrafya daha bir sertleşiyor, sarplaşıyordu. Nazlı akan çay da baraj suları da coğrafyanın haşinliğinin uyandırdığı tedirginliği gidermeye yetmiyordu.
Dere-i Kâbil dik yamaçlardan inen kar sularıyla dupduru akmayı sürdürse de Kâbil’e yaklaştıkça bu yalçın kayalıklar insanın başını döndürüyor, içini bulandırıyordu. Bir başkente giden yol bu kadar sarp ve tekinsiz olmamalıydı. Derenin aktığı yatak bazen yüzlerce metre aşağıda kalıyor, daracık asfaltın diğer tarafındaki çırılçıplak dağlarsa insanı aşağılayıcı biçimde zorbaca yükseliyordu.
Bu asfalt bir zamanlar Ruslar için tam bir ölüm yoluydu. Kayalıkların üstünden konvoylara ateş açan mücahidlere karşı kendi arabalarını ve şu uçuruma bakan bodur setleri siper edinmekten başka çareleri yoktu. Bir kısmı, diğerleri gibi kalbura çevrilmemek veya kömürleşmemek için ellerini kaldırarak yamaçlara doğru yürümeyi tercih ediyordu. Her iki tarafça çekilmiş çok sayıda video seyretmiştim ve şimdi onlar bir film şeridi gibi asfalt boyunca akıyordu.
Taliban pikaplarıyla ilk karşılaşmalar geride kalmıştı, artık daha olağan görünüyorlardı fakat biz hâlâ çekim yapabilecek cesarete kavuşamamıştık. Şoför bunu bir intihar girişimi gibi takdim etmişti; Kâbil’deki dostlardan gelen telefonlar da aynı ihtarı yapıyordu. Hudutla Celalabad yolunda iki Türk gazeteci, hem de en büyük kuruluşlardan birinin muhabirleri Taliban tarafından gözaltına alınmış, günlerdir serbest bırakılmamıştı; gelen bilgi bu yöndeydi. Biz de keyfî biçimde tutuklanmak istemiyorduysak objektifimizin boynunu bir miktar eğik tutmak mecburiyetindeydik. Arabada bir emanet taşıyorduk ayrıca.
Hâlbuki Ümmü Gülsüm’ün hatırına o kadar kolay geçebilmiştik kontrol noktalarından. Bir tek noktada bile ne kimlik muayenesinden ne aramadan geçirilmiştik. Adamlar arabaya yanaşıyor, kimi yumuşak, kimi sert biçimde sorularını sormaya hazırlanıyor fakat Ümmü Gülsüm’ü görür görmez çark ediyorlardı. Bu yazıyla anlatılabilecek bir çark hareketi değildi. Ancak görüntülendiğinde kısmen aktarılabilirdi.
Bir erkeğin bir kadın simasından ve varlığından bu şekilde kesin ve keskin biçimde sarfınazar edişi Batılılar için mutlak biçimde anlaşılmaz ve marazî bir tutumdu; Batılılaşmışlar için de büyük oranda öyleydi; en azından tuhaftı. Gerçekte ise hassaten Peştu töresiyle yetişmiş olan Taliban unsurları için bir kadının yüzüne bakarak konuşmak akla gelebilecek bir seçenek değildi. Kadının yüzü ancak kazara açık olabilirdi ve o istisnaî anda buna tanık olan erkeğin şerefi ancak yüzünü çevirmek şeklinde tezahür edebilirdi.
O tarifi güç erkek iffetini görüntülemeyi başaramadık fakat ben her fırsatta bunun peşinde olmamız gerektiğine karar kıldım. Afganistan’da kadın olmak bahsi tüm oryantalistlerin ve hatta İslamcı yazar-çizerlerin bir şekilde değindiği, önemsediği, önemser gözüktüğü bir şeydi, ben de bunu kendimce önemseyecek, kadını çekmeyi önceleyecektim. “Zen!.. Begir zen!” (Kadın! Kadını çek!)” talimatımdan Afgan kameramanlarım usanacaktı.
Kadınla Taliban’ın yan yana
geldiği kesişim kümelerine ise daha bir dikkat nazarıyla bakacaktım. Tüm dünyanın merak ettiği konuların başında gelmiyor muydu bu? Farklı uçlardan tüm bakışlar zaten o noktaya tevcih edilmiyor muydu? Afganistan’ın da Taliban’ın da tüm meselesi kadın meselesine indirgenebiliyor, tüm tanımlar veya yaftalar bu husustaki tavra bağlı olarak cömertçe pay edilmiyor muydu? Sırf bu yüzden sarfınazar edesim vardı fakat kadın meselesi ve Taliban’ın kadın meselesi hiç bigâne kalamadığım bir mevzu olmayı sürdürdü.
Ümmü Gülsüm’ün yüzü suyu hürmetine yolun sonuna gelirken Fevzi şoförümüze takıldı: “Gördün mü Taliban ne kadar nazik!? Taliban hayli nazik est!” Şoför kafasını “Tabii ya, ne demezsin!?” manasında aşağı yukarı sallarken Fevzi ikinci aforizmasını da ilave etti:
“Ve nazenin est!” Taliban’la başı hiç de hoş olmayan şoförümüz emme basma tulumba gibi bu sözü defalarca tekrarlarken Kâbil’e kahkahalarla girmiştik bile: “Taliban nazik est! Nazik ve nazenin est!..”
Otelin önünde verilen haber bir müjde havasındaydı: “Ayağınız uğurlu geldi, hükümet ilan edildi!” Yine bencilce bir hisle bu haberin belgeselimle ilişkisini kurmaya yöneldi zihnim en evvel. Sahiden iyi bir şey olabilirdi bu benim için. Yeni hükümeti tanıma adına Taliban’ın kurmaylarıyla temasa geçebilir, bunları belgeselin siyasî boyutu hâline getirebilirdim.
Taliban’la derhal geceden irtibata geçtik velâkin Taliban dışında sosyal özne olarak kim varsa görüşme yanlısıydım. Afganistan’ı Taliban’la özdeşleştirme basiretsizliğine hizmet etmeye hiç niyetim yoktu. Bir de ötekilerin eleştiri ve görüşleri Taliban’ı daha iyi anlamamıza katkı sunabilirdi. Taliban’ı bekleyen toplumsal sorunlar ve muhalif söylemlere dair de fikir verebilirdi bu temaslar.
Islah adıyla tanınan Afganistan Islah Hareketi’nin merkezine giderek başladım. İhvan-ı Müslimin çizgisine yakın bu teşkilat, ülkedeki en yaygın ve etkili sivil toplum hareketiydi. Özel üniversiteden hastaneye, yetimhaneden radyoya şümullü bir ağa sahipti ve iyi yetişmiş kadroları vardı. Bu malumatların doğruluğunu anlama adına dahi olsa onlarla tanışmak belgesel için doğru bir tercih olacaktı.
Gündem de hazırdı zaten. Yeni hükümetin tesisi hakkındaki görüşlerinden hareketle Taliban’ı ve Afganistan’ın geleceğini sordum. Lider kadrodan biri son derece yuvarlak ve genel-geçer sözlerin ötesine geçmemeye kararlıydı. Diğeriyse daha akademik, analitik bir tarza sahipti ve yeni hükümetin tamamının mollalardan oluşmasının tenkidini yüksek sesle yapmaktan geri durmayan bir İslamcı olarak ilgi çekiciydi.
Günlerdir beklenen hükümet ilanının beklentileri karşılamadığına dair ulaştığım ilk beyan gittikçe daha karamsarlaşan görüşlerin habercisiydi: Taliban eski inadı tutarak kafasına göre bir liste tertiplemiş ve ülke içindeki dengeleri de dış dünyayı da hiçe saymıştı. Şimdi ne olacaktı? Peşinden koşacağımız yeni sual buydu.