Şoför, Ümmü Gülsüm’ün başörtüsünden ve kıldığımız namazdan dindar olduğumuzu anladı. Artık birbirimizi şaka yollu taciz ediyorduk. Bizden biri “Zindabad Taliban!” dedi o ara. “Yaşasın Taliban!” sloganı karşısında akranım şoför, arifane bir öfkeyle şöyle mukabelede bulundu: “Zindabad Nan! (Yaşasın Ekmek!)”
Afganistan Peşaver Konsolosluğu’nun bulunduğu cadde başka diplomatik misyonlarla birlikte trafiğe kapatılmış, Bağdat’taki Yeşil Bölge’yi andıran bir yerdi. Kameramanımdan bu cadde boyunca yürüyüşümüzü, askerlerle ve konsolosluk çalışanlarıyla temasımızı gizlice çekmesini istedim; kamerayı boynunda asılı tutarak, gerekirse yere sarkıtarak ama muhakkak çekmesini. Bu sıra dışı geçitlere dair beklenmedik çekimlerin saha gerçekleri hakkında özgün resimler sunacağı kanaati içgüdüsel biçimde zihnimde hazırdı. Bir tür casusluktu bu fakat kavramdan ürkmüyordum; tecessüs hem tabiatımda vardı hem de yaptığımız iş bu tür ihlalleri ve riskleri göze almayı şart koşuyordu.
Konsolosluktaki herkes geleceğimizi biliyor ve bizi bekliyordu. Binanın Pakistanlı çalışanları çarçabuk ahbaplık kurdular bizimle ve GZT editörü Ümmü Gülsüm’ü Halime Sultan’a benzeterek Türk dizilerinin kolonizatör etkisine dair örnekler sundular. Biz bu etkinin arazideki sahici sonuçlarını görmek için sabırsızlanıyorduk. Afgan çalışanlar daha ciddi ve mesafelilerdi fakat onlar da işlemleri bir an evvel bitirmek için iyi niyetli bir gayret içindeydiler. Türk Dışişleri serçe parmağını kefeye bastırmış ve ağırlığını hissettirmişti.
VAKUR AMA BEDBİN AFGANLAR
Konsolosluğun tahminimden oldukça geniş bahçesinde aylakça dolaştığımda ağaçların vakarıyla Afganlarınki arasında bir bağ olduğunu düşünürken buldum kendimi. Dünyanın en fakir kavimlerinden biri sıfatına nicedir reva görülmüş bir halk en vakur kavimler sıralamasında kendine yer bulmakla insan onurunu yüceltmiş oluyordu; bu yüzden saygı duyulmayı hak ediyordu. Şunca mahrumiyetine rağmen bir konsolosluk için şu geniş bahçeyi alıp bakımlı tutabilmiş Afganistan, bundan sonra “medeni ülkeler arasında” hak ettiği yeri alabilecek miydi peki?
Afganistan’ın geçmişi üstüne düşünmek insanın içini bulandırıyordu. Geleceği üstüne düşünmek ise ruhta gerginlik sebebiydi. Vakur ama bedbin Afganların elinden vizemizi aldığımızda keyfimize diyecek yoktu ve neşemizdeki bencilliğin pekâlâ farkında olarak demir kapıdan caddeye huruç ettik.
İstikamet yeniden Torham’dı. “Esra Hanım, Torham’dayız, henüz vize kontrol işlemi başlamadı fakat sorun beklemiyoruz. Müdahaleniz, ilginiz, erdeminizden ötürü müteşekkiriz. Darda kalmayasınız, baki selam” diye yazdım büyükelçilikteki muhatabımıza. “Sizler de sağ olun Bülent Bey, yardımcı olabileceğimiz ne olursa her zaman hazırız. Selametle...” diye cevapladı o da. Devletler karşısında insan çok yalnızdı, ancak kendi devleti arkasında durduğunda özgüvenini dik tutabiliyordu.
İki günde bu yolu kaç defa tepelediğimizi -bu yolca tepelendiğimizi- saymayı unutmuştuk. Eylül’ün başlarındaydık fakat güneş ağustos ayındaki kadar tutkuyla ısıtıyordu yerküresinin bu kesitini; kavurucu sıcaklık altında çantalarımızı taşırken sanki sınırın diğer tarafına geçersek orada her şey düzeleceği gibi güneş de artık derimizi kavurmayacaktı. Halkının terk etmek için ölümüne iltica ettiği bir ülkeye girmek için duyduğumuz tutkudaki irrasyonel boyut konsolosluktaki çelişik neşemizin kefaretiydi belki de.
DEMODE VE PEJMÜRDE BİLGİLER
Kayda değer bir zorlukla karşılaşmadan kapıdan geçtik fakat neredeyse tüm işlemleri ve dikenli telle kaplı o ürkütücü uzun yolu boydan boya askerlerin arasında 10 dakika müddetince çekmiş olmamız fazlasıyla kayda değer bir çalışmaydı. Bu, Hasan Bakır’ın belgesele en ciddi katkısıydı. Sınır kasabası içine doğru yürüyüşümüz boyunca da gizli çekimin ne kadar matah bir şey olduğunu bir kez daha gözlemledim.
İnsanlar gözlemlendiklerini fark etmediklerinde, kendilerinin gözlemci olduğunu sandıkları anlarda kendilerine dair çok fazla bilgi sızdırıyorlardı. Kameranın açık olduğunu anladıklarında ise derhal sızıntıları kontrol edip olağan maskelerden birinin arkasına saklanarak güvenli bir moda geçiyorlardı. İyi bir belgesel o maskeyi de yüzün maskesiz hâlini de görüntülemeyi başarandı. Ben buna taliptim. Çok cesur ve acar olmalıydık. Kameraman tüm maskelerinden ve kaygılarından sıyrılmış olmalıydı.
Tercümanım Kudret İsa’nın ayarladığı ve bizi iki gündür bekleyen taksiciyi şimdi biz bekleyedururken Afganlarla Pakistanlılar arasındaki fark bir kez daha kendini belli ediyordu. Şu yapay çizginin bir tarafındakiler başka, diğer tarafındakiler başka türden insanlardı. Aslında aynı soydan, hatta kabilelerden olmalarına rağmen bu ayrışma nasıl mümkün olabiliyordu? Elimdeki bilgiler şimdiden demode ve pejmürde gözüktü birden.
SARIK, SAKAL VE SİLAH ÜÇLEMESİ
Şoför, Ümmü Gülsüm’ün başörtüsünden ve kıldığımız namazdan dindar olduğumuzu anlayabiliyordu fakat mana vermekte hâlâ güçlük çekiyordu: Burada ne arıyorduk ve Taliban’ı nasıl oluyor da anlaşılmaya değer buluyorduk? Tora Bora Dağları’nın yanından geçerken gösterdiğimiz tepkiden bizim kimliğimize dair net bir kanaate sahip oldu ve o da tavrını netleştirdi.
Artık birbirimizi şaka yollu taciz ediyorduk. Bizden biri “Zindabad Taliban!” dedi o ara. “Yaşasın Taliban!” sloganı karşısında akranım şoför, arifane bir öfkeyle şöyle mukabelede bulundu: “Zindabad Nan! (Yaşasın Ekmek!)” Bir sosyalist, arabada olsaydı el frenini çekip adamın alnından öpebilirdi; bende de vardı herhalde bir miktar sosyalistlik; derin bir saygı duydum akranıma. Çocuklarına ekmek götürmek için verdiği mücadelenin yanı sıra dünyaya bizim gibi hâlâ ideolojik bakan şımarık turistlere hadlerini bildirdiği için.
O ümmi adam şöyle devam etti: “Bugüne dek Afganistan’da herkes bir şeyler yaşasın diye bağırdı. Hepsi kendi örgütü, lideri yaşasın istedi. Kimse ‘Zindabad İlim, Zindabat Medeniyet! Zindabad Kültür!’ demedi. Ne oldu sonuçta? ‘Yaşasın, yaşasın!’ diye bağıranlar birbirini öldürdüler, Afganistan’ı öldürdüler. Afganistan’da olan şey sadece öldürmek ve öldürmektir!..”
Adam, jest ve mimikleriyle olağanüstü sinematografik bir tipti ve inanılmaz komikti. Taliban adını kullanmak yerine sarık, sakal ve silah üçlemesini hızlı bir el hareketiyle dairevî biçimde birbirine bağlarken bunu kayda aldırmayı başarmıştım ve daha o andan itibaren beni bir kaygıdır almıştı: Bunları yayınlayabilecek miydim? Bu adamın can güvenliğini sıfıra indirecek olan bu kaydı paylaşabilecek miydim? Bu özgün karakteri bile tanıtamayacaksam burada ne halt arıyordum? Belgeselim mi önemliydi, evine ekmek götürmek uğruna “Zindabad Nan!” diyen şu adam mı?
JEOPOLİTİK SIKIŞMIŞLIK
Kabil’e yaklaştıkça hava kararıyordu fakat içim akşamdan önce zaten kararmıştı. Günler sonra bir Taliban yetkilisiyle -ki bir şehrin emniyet müdürü olmuştu kendisi- konuşurken halkın kendilerine bakışına dair bu taksiciden söz ettiğimde kıssadan hisse almak yerine “Taksicinin adını bana verebilir misin?” diye sorduğunda Afganistan’da belgesel çekmenin başka bir veçhesiyle karşılaştım. Taliban’ın hızlıca bir muhaberat devletine dönüşme potansiyeline dair çok erken bir gözlemdi bu.
Hududun iki yanında da uzun kamyon ve tır kuyrukları vardı. Kapıdan geçmeyi başarmış olanlar Pakistan tarafında neyi bekliyorlardı, anlamak güçtü. Afganistan tarafındaki sonu gelmez yılankavi sürüngense kontakları kapatmış, umutsuzca bir bekleyiş içindeydi. Bunlar alışılageldik manzaralardı ahali için.
Yoksul Afganların Pakistan’a yollayıp para kazanmayı umacakları az sayıdaki ürün arasında öne çıkanlar sebze ve meyveden başka ne olabilirdi ki? Pakistan, araçları günlerce bekleterek bu ürünleri çürümeye terk etmekle maruftu. Afganlar için başka bir güzergâh mevcut olabilse şüphe yok ki Pakistan’ın adını dahi unutmayı tercih ederlerdi; kamyonların şu sıkışmışlığı Afganistan’ın jeopolitik sıkışmışlığına dair çok şey anlatıyordu.