T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | 6 OCAK 2006 CUMA | ||
|
Aynı anda iki Türk komedi filmi, "Hababam Sınıfı Üç Buçuk" ve "Keloğlan Kara Prens'e karşı" gösterimde... Sinema salonlarında Türk filmlerinin artması sevindirici de biz "hayattaki tek derdi sabun köpüğü tarzı filmlere gidip bol bol gülmek" olan bir millet miyiz?
Koskoca bir sezon boyunca bir tek Türk filmi bile göremediğimiz, eskaza üretilen örneklerin de az sayıdaki salonlarda en fazla bir hafta dönebildiği o kasvetli 1990'lardan, aynı anda iki Türk filminin gösterime girdiği, en az birkaç tanesinin gösteriminin de haftalardır sürdüğü umut ve kıvanç verici bir sürece ulaştık 2000'lerde... Buraya kadar herşey gayet güzel; ilk bakışta son derece sevindirici bir gelişmeyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ki Türk filmlerinin kimi teknik ve içerik kusurlarını (sinemadan anlamamakla suçlanmak pahasına) inatla görmezden gelen, onları bu sayfalarda her açıdan kayırmaya çalışan biri olarak, ardı ardına kıyılarımıza vuran bu yerli dalgadan en fazla keyif alan sinema editörlerinden biri de benim...
Ama, nedir kardeşim senaristlerimizin "ayaküstü komedi"ye bu abartılı düşkünlüğü yahu? "Kahpe Bizans"la başlayan yeniden toparlanış döneminde üretilen filmlerin ezici bir çoğunluğunun temel derdi, salonlara çektikleri (tercihen genç) izleyicileri gülmekten kırıp geçirmekti. Ki bunu da nitelikli durum komedisi örnekleriyle falan değil dünyadaki en kestirme yöntemle, erotik metaforları ve argoyu adeta sağanak gibi kullanarak yaptılar. Ha, senaristlerimiz böyle de sanki izleyicilerimiz bundan farklı mı? Tüm zamanların en mânâsız Türk filmlerinden biri olarak tarihe geçen "Maskeli Beşler", gişede tüm zamanların en şık Türk filmlerinden "Babam ve Oğlum" ile neredeyse başabaş oranda gişe yapabiliyor. Bizi uzaktan izleyenler de milletçe bir sıcak savaşın içinde olduğumuzu ve acılarımızı unutmak için kendimizi müsekkin mahiyetindeki seri üretim komedilere vurduğumuzu sanacak. Tıpkı 2. Dünya Savaşı sırasında İtalyanların, İngilizlerin böyle filmlere sığınması gibi... Pekiyi nerede bu ülkenin çocuk sineması, polisiye sineması, savaş sineması, gerilim sineması, politik sineması ve hattâ aşk sineması? Yok! Varsa yoksa Mehmet Ali Erbil'le, Şafak Sezer'le, Cengiz Küçükayvaz'la, Cem Yılmaz'la gülelim eğlenelim lay lay lom! İzleyicideki bu anormal beklenti ve yapımcılardaki bu beklentiye alelacele karşılık verme çabası artık öylesine sıkıcı bir noktaya ulaştı ki, geçen haftanın flaş filmi "Organize İşler"i pek çok kimsenin "hiç beğenmediğini" duyuyorum sağda solda. Neden? Efendim, "yeterince güldürücü değil"miş! Cem Yılmaz orada "kendisinden bekleneni" verememişmiş! Yahu, Cem Yılmaz o filmdeki 15 dakikasında "mafya babası" olarak hayatının rolünü oynamış da sizin haberiniz yok! Önceki hafta da yazmıştım, ilk iki filmindeki aşırı doğu merkezliliği hiç sevemediğim Yılmaz Erdoğan'ın ilk kez her kesime hitap edebilecek sağlam bir sinema dili kurduğunu gördüm o filmde. Ama adamların adı bir kez komedyene çıktı ya, artık mecburlar her üç dakikada bir milletin çişini altına kaçırtmaya! Filmlerin çekimlerini, kurgularını, görsel efektlerini, seslendirmelerini, kısacası her yapım aşamasını inanılmaz düzeyde hızlandıran dijital teknoloji, şimdilerde artık daha 7-8 hafta öncesinde gazetelerde çekimlerinin başlama haberlerini okuduğumuz kimi yapımların göz açıp kapayıncaya kadar beyazperdeye yansıması sonucunu doğuruyor. Ama bu yeni üretim tekniklerinin sürati artırdığı ölçüde kaliteyi de artırıp artırmadığı ise bayağı bir tartışılır. Son dönemde çekilen ilk iki bölümünde 1970'lerden kalma tarihsel mirası bol keseden yağmalayan "Hababam Sınıfı", bugün itibarıyla yeni bir bölümle daha karşınızda... Özen Film -şu ana dek gösterime giren diğer bütün filmlerinde olduğu gibi- bu filmin de ön gösterim davetiyesini tarafıma göndermeye tenezzül etmediği için son "Hababam"ı izleyemedim. Yalnızca fragmanlarını görebilme şansım oldu, bir de konusunu biliyorum. Pekiyi bu ciddi bir kayıp mı sayılmalı? Bence hayır. Çünkü salonda neyle karşılaşacağımızın az çok bilincindeyiz. Hababam Sınıfı yeni ekibiyle fokurdamaya devam ediyor. Okul müdürü Deli Bedri, sürpriz bir kararla (tıpkı kendisi gibi sıyırmış olan) Deli Bedriye ile evlenir. Bu kadının aslında okulun gizli bir düşmanı olduğunu fark eden çocuklar da çok geçmeden önlemlerini almaya başlayacaklardır. Yalnız ben değil, tüm seyirci kitlesi "ölesiye gülmeye" şartlanmış durumda. Film "ölesiye güldürmezse" maazallah linç edecekler ekibi... Bugün gösterime giren ikinci film olan "Keloğlan Kara Prens'e Karşı", ilkine göre biçim ve içerik açısından biraz daha iddialı gibi geldi bana... En azından film daha yüksek bir prodüksiyon çabasının izlerini taşıyor. Ama onun da Mehmet Ali Erbil tarzı kaba-saba espri anlayışından kaynaklanan "belden aşağı vurmalara" sıkça prim verişi sözkonusu. Sahi, biz millet olarak iyi komedinin illa da küfürlü konuşmak ya da cinsel göndermeler yapmak olmadığını ne zaman öğreneceğiz? Yazılması en kolay türlerden biri olan "yalapşap güldürü", son yıllarda artık gerçekten de kabak tadı vermeye başladı. O yüzden, bizden olana duyduğum geleneksel sevgi ve saygıyla bir kez daha "vaktiniz bolsa, her ikisine de gidilebilir" diyor, ama senaristlerimize de şu uyarıyı yapmayı gerekli görüyorum: Tamam anladık, Türkiye'de güldüren öyküler kolay yazılıyor, kolay çekiliyor ve gişede de iyi iş yapıyor. Ama bundan böyle azıcık da zor olanı deneyin. Türk sinemasının varması gereken nihai nokta, bu ortaya koyduklarınız değil çünkü...
Yıl 1943... Alman orduları için Rus cephesindeki büyük bozgun başlamıştır. Aklı başında olan bütün subay ve erler hezimetin çok yakında olduğunu bilmekte, ancak bir yandan üslerine duydukları derin bağlılık diğer yandan da emir-komuta zincirinin getirdiği çaresizlik içinde, kaybedilmeye mahkûm olan bu kanlı savaşı sürdürmektedirler. İşte, cesaretin kitabını yazmış olan Onbaşı Rolf Steiner ve adamlarını da tam bu sırada tanırız. Rütbesinin düşüklüğüne karşın Ruslarla girdiği bir çatışmada arkadaşlarını tehlikeli bölgeden omuzlarında taşıyarak kurtardığı için Nazilerin en büyük savaş nişanı olan "Demir Haç"a lâyık görülen Steiner, yakasındaki bu madalyayla, birliğe yeni atanan Albay Stransky'nin hem kıskançlığını hem de nefretini toplamaktadır. Durumun farkında olan Steiner ise "demir haç"ı kazanabilmek için yanıp tutuşan kifayetsiz muhteris Stransky'ye, bu işlerin rütbelerle değil ancak mangal gibi bir yürekle mümkün olduğunu birlikte girdikleri son çatışmada bir kez daha gösterecektir. Şimdiye kadar çekilmiş en gerçekçi savaş sahnelerini içeren bu başyapıt, mükemmel sinematografisi ve göz kamaştırıcı oyunculuklarına ek olarak müzikleri ve unutulmaz finaliyle de sinemaseverlerin belleklerine kazındı. Bu filmin İngilizce orijinal adı, yönetmeninin adı ve en az iki başrol oyuncusunun adları nedir? Yukarıdaki soruların doğru cevaplarını (tam adları ve açık mektup adresleriyle birlikte) 12 Ocak 2006 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine gönderen üç okurumuz, Yeni Şafak'tan Yönetmen Ron Howard'ın "Cinderella Man" (Oyuncular: Russel Crowe, Renée Zellweger) adlı filminin birer DVD'sini kazanacaktır.
- Filmin Orijinal Adı: Glengarry Glen Ross (1992)
Yarışmamıza yurt çapında toplam 126 katılım gerçekleşti ve bunlardan 104 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılara rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- Ahmet Ünal / Balgat-Ankara
Talihlilerimizin armağan DVD'lerinin ("Being There", 1981 / Oyuncular: Peter Sellers, Shirley Mc Laine / Yönetmen: Hal Ashby) yakın zamanda Türkiye pazarında tükenmesi nedeniyle, anılan filmin İngiltere'deki bir firmadan Türkçe altyazılı yabancı kopyaları sipariş edilmiştir. DVD'ler elimize ulaşır ulaşmaz kazanan okurlarımıza taahhütlü posta yoluyla gönderilecektir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!" Önemli not: "Sine-Bulmaca"da bugüne kadar pek çok okurumuzun sorulara doğru cevap vermiş olmakla birlikte ad-soyadları ve açık adreslerini mesajlarına eklemeyi unuttukları görülmektedir. Yeni Şafak Sinema Servisi, bu durumdaki katılımcıları elektronik posta mesajlarıyla uyarmakla birlikte, sonuçta eksik cevapların oranı tek tek uyarmakla baş edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Lütfen cevaplarınızı, ekli bilgilerin hiçbirini atlamadan gönderiniz.
Sinemamızda yıllar boyunca önemsiz bir ayrıntı olarak görülen ve yapımına neredeyse hiç özen gösterilmeyen film jenerikleri, batı sinemasında ise öteden beri öykünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş, hafızalarda iz bırakan pek çok önemli filmde bu bölümler neredeyse birer sanat eseri düzeyinde ele alınmıştır. Öyle ki -ünlü çizgi film kahramanı "Pembe Panter" gibi- ilk olarak 1960'larda bir jenerik tasarımı olarak ortaya çıkıp sonradan bağımsız bir karaktere dönüşen beyazperde figürleri bile mevcuttur. Bunun yanısıra, 007-James Bond filmleri, her biri küçük ölçekli birer sinema filminin bütçesi kadar harcamayla gerçekleştirilmiş iddialı jenerikleriyle hatırlanan yapımlardır. Ayrıca, "Yedi" (Se7en), "Hız Tuzağı" (Speed), "Rezervuar Köpekleri" (Reservoir Dogs), "Süpermen" (Superman), "Dokunulmazlar" (The Untouchables), "İyi, Kötü, Çirkin" (The Good, the Bad and the Ugly), "Yokedici" (Terminator) ve "Yıldız Savaşları" serisi (Star Wars) gibi hem jenerikleriyle hem de onlara eşlik eden etkileyici müziklerle sinema tarihinde ayrıcalıklı birer konuma erişmiş filmler de vardır. Türk sinema sektöründe de bilgisayardan film şeridine dijital aktarım teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, jenerik yapımında özellikle son birkaç yıldan beri gözle görülür bir iyileşme dikkati çekmektedir.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |