T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 11 MART 2006 CUMARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


KİMSEDEN ÇEKMEDİ, BU İNGİLİZLERDEN ÇEKTİĞİ KADAR

Amerikalıları, ikinci paylaşım savaşı sonrasında harab-ü turab olan Avrupa'ya sahip çıkmaya ve demir atmaya ikna edenler İngilizlerdi. Amerikalıları, Bosna'ya en az iki yıl geç müdahale etmeye ikna edenler de yine İngilizlerdi. (Amerikalıların Bosna'daki Müslümanlara nasıl yardım ettiğini ballandıra ballandıra anlatarak Amerika'nın hiç de İslâm düşmanı olmadığını anlatan çift maaşlı köşe kapmacacı bazı yazarlarımızın kulağı çınlasın!) Dahası, Teoman Duralı Hoca'ya Çağdaş Küresel Medeniyet kitabını yazdıranların ayaklarından biri de el-hak İngilizlerdi! Churchill, o purolu ve mağrur adam, üzerinde güneş batmayan ama tastamam su almaya ve batmaya başlayan İngiliz İmparatorluğu'na suni teneffüs yoluyla nefes aldırabilmek ve belki -kim bilir- yeniden ayağa kaldırarak karaya vardırabilmek için Amerikalıların kapısına varıp dayanmıştı: O purolu ve mağrur adam, şöyle haykırmıştı Amerikalılara: "Ya gelip insanların patlak verecek ekonomik sıkıntıdan ötürü birbirlerini çiğ çiğ yiyecekleri Avrupa'ya müdahale edersiniz ve böylelikle hem Avrupa'ya hem de küre sathına bir süper güç olarak yerleşmiş olursunuz; ya da eğer Avrupa'ya yardıma koşarak müdahale etmekten kaçınırsanız, dünya tarihinde ilk kez yakalayacağınız süper güç olma fırsatını yitirir ve Batı uygarlığının çöküşüne bizimle birlikte seyre dalarsınız. Karar sizin!" Tabii Amerikalılar, bu purolu ve mağrur adamın birinci tavsiyesine uydular ve süper güç oldular. Bosna katliamı sırasında da İngilizler, Bosna'ya hemen müdahale etmek isteyen romantik solcu Bill Clinton'ı masaya davet ederler ve devasa bir Avrupa ve dünya haritası açarlar. Ve "Bosna'lı müslümanlar kırılmalı ki", derler, "hem Avrupa'daki, hem de dolayısıyla dünyadaki İslâmî hareketlerin bir ânda yükselişe geçmesi önlenebilmiş olsun ve Avrupa'nın ortasında bir daha hiçbir topluluk bağımsız bir Müslüman devlet kurmaya kalkışmasın!" Romantik Clinton'ın, İngiliz kuzenlerinin bu "parlak" (!) önerilerinden çılgına döndüğünü söylemeye bile gerek yok! "Peki, Marmara Depremi'nde şu bizim çocuğu bağrına basan da bu Clinton değil miydi?", diyerek romantikleşmeyelim ve Clintürkleşmeyelim lütfen!Osmanlı'yı İngilizler çökerttiler. Hindistan'ı İngilizler böldüler ve Müslüman nüfusu paramparça ettiler; eğer Hindistan bölünmemiş olsaydı, bugün dünyanın en büyük ülkesi Çin değil, Müslüman Hindistan olacaktı: Abdülhamid'in neden bir pan-İslamizm politikası geliştirme ihtiyacı hissettiğini şimdi daha iyi anlıyor olmalıyız. Ve son olarak Yahudileri Müslümanların başına İngilizler bela ettiler... Evet, kimseden çekmedi bu Müslüman dünya İngilizlerden çektiği kadar, diyor, sizi, bir İngiliz oğlu İngiliz'in şaşırtıcı projelerini teker teker serimlediği; nerede, nasıl ve niçin müteyakkız olmalıyız sorusunu sordurtucu ilginç bir makalesiyle baş başa bırakıyoruz.

  • (YUSUF KAPLAN)


    İran için iki saat

    Washington'ın aptalca kaçan demokrasi götürme çabalarını topa tutmak yerine, biz de projemizi geliştirmeliyiz. Unutmalım ki, İran'da faaliyet gösteren diplomatlar, işadamları ve gazeteciler, Amerikalıların değil bizim diplomatlarımız ve işadamlarımızdır

  • TIMOTHY GARTON ASH*
    Roma, bir günde kurulmadı; İran da bir günde değiştirilemeyecek. Biz, bu kadîm, kendi bildiğini okuyan ve şimdilerdeyse dik başlı ülkeyi etkileme konusundaki sınırlı seçeneklerimiz üzerinde kafa patlatırken, uzun süre alacak zorlu bir işle karşı karşıya olduğumuzu baştan kabul etmek zorundayız. Biz İran'ı barışçıl ve demokratik bir ülke yapamayız; biz yalnızca İranlıların sonunda bu işi kendilerinin başarmalarını mümkün kılabilecek uygun şartların oluşturulmasına yardımcı olabiliriz.

    NÜKLEER SAATİ YAVAŞLATMAK

    İran için iki saat çalıyor: Nükleer saat ve demokrasi saati. Batılı politikaların stratejik hedefi, nükleer saati yavaşlatmak, demokrasi saatini ise hızlandırmak olmalıdır. Bizim problemimiz, nükleer saati yavaşlatmak için attığımız bazı adımların, demokrasi saatini de yavaşlatabileceği gerçeğidir. Ülkenin teokratik rejimini ve bunun açıkça rantını toplayan Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ı şiddetle eleştiren milyonlarca İranlı da, İran'ın nükleer bir güç olmaya layık olduğuna inanıyor. Bunlardan bazıları, İran'ın ayrıca nükleer silahlara sahip olma hakkı olduğunu düşünüyor. Eğer Batı, ülkedeki insan haklarına saygı sorunuyla ilişkilendirmeksizin yalnızca nükleer meseleden ötürü İran'a yaptırım uygulayacak olursa, aslında değişim için bir güç olması gereken İran halkı arasındaki bazı kesimlerde Batı karşıtı bir sürtüşme baş gösterebilir. Belki de Ahmedinecad, bu tür bir hesabın içinde. Onun böylesi bir çılgınca yöntemi var. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Çarşamba günü hazırladığı rapor, İran'ın nükleer programını, BM Güvenlik Konseyi'ne getirmeyi açıkça talep ediyor; ancak ABD ve Avrupa'nın baskısına rağmen, Rusya ile Çin bu konuda son derece çekinceli bir tavır sergiliyorlar. Bu diplomatik dansın bir sonraki adımı, kınama ve yaptırım talep etmeyen, yalnızca Güvenlik Konseyi'nden yapılacak muhtemelen bir "başkanlık açıklaması" ile yetinmek olacaktır. Hatta bu bile, haftalar alacak şekilde uzatılabilir. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in Salı günü vurguladığı gibi, eğer Güvenlik Konseyi, sonunda İran'a karşı "anlamlı adımlar empoze ettirecek" bir karar alırsa, İran İslâm Cumhuriyeti bu durumda iki türlü tavır geliştirecektir: Birincisi, bir yandan, şu âna kadar verdiği sözü yerine getirmeyi tercih ederek nükleer zenginleştirme programını iptal edecek; diğer yandan da, ülke içinde iğrenç Amerikan-İngiliz emperyal dayatmasına karşı millî bir direniş propagandası yapmasını mümkün kılacak bir kuşatılmışlık psikolojisi geliştirecektir. İkinci olaraksa, Irak'ın güneyindeki, Hamas'taki ve Hizbullah'taki aşırı Şii unsurlara destek vererek Batı'ya ve Batı'nın Ortadoğu'daki müttefiki olan rejimlere karşı büyük zorluklar ve sorunlar çıkarabilir. Hâlihazırda, İran'ın devrim muhafızları, "şehadet" için asker toplamakla meşgul. İran, bütün bunları, Batı emperyalizmine karşı İslâmî direnişin bayraktarlığını göğüslediğini söyleyerek yapıyor.

    DEMOKRASİ SAATİ'Nİ HIZLANDIRMAK

    Böylelikle nükleer diplomasi rayı yavaşlamaya başlayınca, diğer ray üzerinde acilen kafa yormak zorundayız: Demokrasi saatini hızlandırmak. İlk bakışta, Washington'ın daha katı, Avrupa'nın ise daha yumuşak bir çizgiye sahip olduğuna dair bildik bir manzaraya sahibiz. Ancak, gerçekte, demokrasi götürme konusunda Washington'ın çizgisi daha karmaşık, Avrupa'nın ise böyle bir çizgisi yok bile. İran'ı bombalamaktan sözeden aynı Amerikalı neo-conların, aynı zamanda, size, gerçekte tercih ettikleri seçeneğin, İran'da mollaları devirecek bir devrimin tohumlarını ekmek olduğunu söyleyecekleri elbette ki doğru. Bunlardan daha ileri gidenleri, diğer insanların hayatlarını riske atmaktan çekinmeyeceklerdir.

    İRAN'A UYDU TELEVİZYONU

    Bu arada, Bush yönetimi, İran'da uydudan yayın yapacak bir televizyonu, ülkedeki sivil toplumu ve muhalif unsurları destekleyecek 85 milyon dolar bütçe ayırdığını duyurdu. Bu girişimin başını çeken bakanlığın üst düzey resmi görevlisi kişi, Dick Cheney'in kızı -ki, pek çok Avrupalı'nın lanetlediği- Elizabeth Cheney. Foreign Policy Association'da yaptığı bir konuşmada, Bayan Cheney, 1980'lerde orta Avrupa'da yaşananlarla bugün geniş Ortadoğu'da yaşananlar arasında "pek çok benzerlik ve hiç de azımsanmayacak farklılıklar olduğunu" öne sürdü. Elizabeth Cheney'in Polonya'daki Solidarity / Dayanışma hareketiyle doğrudan paralellikler bulduğu nokta, geniş Ortadoğu'da da değişimin başını kadınların çektiği iddiası. Şimdi siz, Solidarity hareketiyle kurulan tarihsel karşılaştırmayı sorgulayabilirsiniz; ki ben zaten bunu yapacağım. Ayrıca şu soruları da cevaplandırmak zorundasınız: İslâm dünyasında kadın özgürlüğü hareketi başlatmak gerçekten iyi bir şey midir? Bunları, desteklememiz gerektiğini düşünüyor musunuz gerçekten? Eğer cevabınız "evet"se, o hâlde, neden Elizabeth Cheney'in fikirlerine katılmıyorsunuz? Cheney ismini taşıyan bir Amerikalı olduğu için mi acaba?

    İRAN'I "BBC UYDUSU" YAPALIM

    Bir kenara çekilip Amerikalıların yaptığı her şeyi eleştireceğimize, biz Avrupalılar olarak, kendimiz için çok daha yararlı olacak bir şeyler yapmak zorundayız. İran'da Bush yönetiminin propaganda aracı olarak görülecek olan Amerikan uydu kanalı hakkında -haklı olarak- kuşkularımızı dillendirmek yerine, BBC'nin İran'a yönelik 24 saat Farsça yayın yapacak bir televizyon yayını başlatması için Avam Kamarası'ndan gerekli bütçeyi geçirmek için acilen harekete geçmeliyiz. Çünkü BBC'nin İran'da hakikaten büyük bir saygınlığı var. Öte yandan, Washington'ın zaman zaman aptalca kaçan demokrasi götürme çabalarını topa tutmak yerine, biz de bizim demokrasi götürme projemizi geliştirmeliyiz."Biz" derken, kaynaklarını ve know-how'ını seferber edecek Avrupa Birliği'nin üye tüm ülkelerini kastediyorum. Kaldı ki, İran'da bilfiil faaleyet gösteren diplomatlar, işadamları ve gazeteciler, Amerikalıların değil bizim diplomatlarımız, işadamlarımız ve gazetecilerimizdir. Demokratik ülkelerin, daha az demokratik komşularında barışçıl dönüşümü teşvik edecek geniş tecrübeye, AB'nin 25 ülkesi olarak biz sahibiz.

    İÇERDEN DÖNÜŞTÜRELİM

    Soğuk Savaş'ın son onyıllarında Batı Almanya bunu, Ostpolitik'iyle (*) yapmaya çalıştı; Polonya burada bu politikanın hedef ülkesiydi. Bu nedenle Almanya ve Polonya bu politikanın hatalarını öğrenmemiz konusunda bize yardımcı olabilir. Elbette ki, Avrupa'da yaşanan bu tür deneyimlerin tümü İran'a tam olarak gitmeyebilir; ama bazıları gider. Örneğin, bir zamanlar [Komünist Doğu-Kapitalist Batı blokları olarak-YK] bölünmüş Avrupa'nın batı ve doğu yakalarında yaptığımız gibi, İranlılarla daha özgür ülkeler arasında derin bir insan ilişkileri ağı örebilmeliyiz.

    Bizim üniversitelerimiz, İran'da düşünce özgürlüğünün ve insan haklarının çoklukla öncülüğünü yapan İranlı akademisyenleri ve öğrencileri davet etmeli. Gazetelerimiz ve gazetecilik okullarımız, İranlıları buraya getirerek eğitmeli. Sendikalarımız, İran'daki büyük grevleri organize eden sendikalarla ilişkiye geçmeli. Bizim parlamentolarımız, İran'da tümüyle demokratik olmaktan uzak olsalar da Ahmedinecad'a zor günler yaşatan İranlı parlamenterle yakın irtibatlar kurmalı. Yazarlar, sanatçılar, sinemacılar sık sık iki tarafa seyahatlere ve çift yönlü fikir alış verişine teşvik edilmeli. Sistematik olarak ayırımcılığa maruz kalan ve İran nüfusunun yarısını oluşturan İranlı kadınların kadın hakları örgütleri, Avrupa'daki kadın hakları örgütleri tarafından desteklenmeli. İran'ın hem reformcu modern, hem de muhafazakâr İslâmcı düşünürleri ve hukukçuları, diğer dînî geleneklerin din adamlarıyla ve din âlimleriyle diyalog kurmaya teşvik edilmeli.

    AVRUPA, İRAN POLİTİKASI GELİŞTİRMELİ

    Bütün bunlar, hükümetlerden çok toplumlar arasında yapılmalı ve geleneksel olarak pek çok İranlı'nın güvenmediği yalnızca Amerika ve İngiltere tarafından değil, bütün Avrupa ülkeleri tarafından yapılmalı; gerektiğinde birlikte, gerektiğindeyse ayrı ayrı uygulanacak projeler geliştirilmeli. Özetle, Avrupa'nın kendine özgü bir İran politikası üretmesi şart artık.

    Bu tür bir girişimin hangi kısımlarının hangi dönem için ne kadar etkili olabileceğini şimdiden kestirebilmemiz çok kolay değil. Elbette ki, aylar değil, yıllar alabilecek bir girişimden sözediyoruz. İran, Polonya değildir ve eğer İran'da bir dönüşüm gerçekleştirilecekse, bu, hassaten İranlıların tarzıyla çalışan İranlılar tarafından gerçekleştirilecektir. Belki nükleer saat hızlanabilir ve demokrasi saati yavaşlayabilir. Ancak şundan emin olalım ki, yalnızca nükleer saat üzerinde yoğunlaşıp da demokrasi saatini hızlandırmak için sistematik bir çaba içine girmemek, bizi gelecekte büyük bir başarısızlığa mahkûm edecektir. Timothy Garton Ash'ın bu makalesi, The Guardian gazetesinin 9 Mart 2006 tarihli nüshasından çevrildi.

    (*) Ostpolitik: 1960'larda ve '70'lerde Batı Almanya'da Willy Brandt döneminde genelde Komünist Doğu Bloğu, özelde ise Doğu Almanya ile "yakın dostluk ilişkileri kurarak değişime önayak olma" politikası-YK.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi