AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
Etlerimiz kalitelidir
Kızlarımız güzeldir

Başbakan Erdoğan'ın, "Bu kadar zararla gazeteler nasıl ayakta?" sorusuna, amiral gemisinin kaptanından cevap geldi: "Başbakan haklı, bu kadar zararla gazeteler nasıl ayakta, bu sorunun peşini bırakmayalım."

Tamam, bırakmayalım...

Şu sorunun peşini de bırakmayalım:

Mahdut ilan ve mahdut satış gelirine rağmen, "Bugün 114 sayfayız", "Bugün dokuz ek birden veriyoruz" diyerek, kağıt zayiatıyla sidik yarıştıran gazeteler nasıl ayakta?

Çünkü Başbakan'ın sorusu, bankasına ve şirketlerine el konulan şahsın gazetesini değil, hafta sonları en geniş bir münderacatla çıkan yayın organlarını da bağlıyor.

Kaptanın bu soruya bir cevabı var mı?

Yok...

Kaptan, "Geçmişte basın ne kadar iyi idi, gazeteciler ne kadar iyi idi, oysa bugün ne kadar kötü" geyiğinden de ("geyik" tabiri kendisine aittir) hoşlanmıyor; bu muhabbeti son derece "trajik" buluyor. Çünkü bugün, birkaç şey hariç, herşey eskisinden iyi. Ekmek, zeytinyağı, peynir çok daha çeşitli, çok daha kaliteli. Girin marketlere etin kalitesini görün; bacağından asılmış koyunların durduğu sinekli vitrinleri aklınıza getirin, bir de buna bakın.

Sadece etler mi?

Kızlar ve oğlanlar da kaliteli.

Mesela, eskiden ("basın ne iyi idi, gazeteciler ne iyi idi" denilen zamanlarda), Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde güzel kız ve yakışıklı erkek parmakla gösterilecek kadar azdı. Bir de bugün sokaklardaki kızlara, genç delikanlılara bakın. Hepsi daha güzel, daha yakışıklı değil mi?

Böyle diyor refikimiz...

Benim aklıma da, basmayan entertiplerin, yamrı yumru hurufatın, kadrajı bozuk klişelerin dünyasında üç otuz paraya haber kovalayan gazeteciler geliyor...

Sirkeci'den ahlaya poflaya yol tutan desotoların, şevrolelerin, palamutların peşi sıra seğirtip (Öyle ya, elde yok avuçta yok, dolmuşa binmek de basbayağı bir külfet) Babıali yokuşunda, ilk ayakaltı kıraathanesinde "çay" ve "simit" eşliğinde kahvaltıya oturmak...

Gazetecilik, "yoksul mesleği"dir.

Öyle duymuştuk, öyle öğretmişlerdi.

Süleyman Nazif'lerin, Arif Oruç'ların, binbir yoksulluk içinde ölüp giden isimsiz kahramanların serüvenleri kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa darbımesel gibi anlatılır, öncelikle gazetecilik heva ve hevesindeki şaşkınların bundan gerekli "hisse"yi çıkarmaları amaçlanırdı.

Mürekkep tutar oysa.

Mürekkep kokusu...

Kan kokusu gibidir, tutar ve iflah etmez insanı.

Mezarlıklar, ruhu bu kokudan muazzep binlerce "mensup" barındırıyor bugün; "kalemini kır, ama satma" öğüdüne sıkı sıkıya sarılmış, çoğu kahırdan, veremden, tescilli meslek hastalığı olan "phönömi"den ölüp gitmiş binlerce muhabir, muharrir, yazı müdürü...

Ne tuhaf, onlar da gazeteciydi, bugün adı rüşvetle, irtikapla, yolsuzlukla anılanlar da "gazeteci" sayılıyor.

Fakat o dönemlerde ekmek kötü, zeytinyağı kalitesiz, kızlar çirkindi...

Oysa bugün herşey ne iyi, ne güzel, ne hoş...

Bugün pahalı arabalara binebiliyoruz, banka ve holdinglere "yönetim kurulu azası" yazılabiliyoruz, devlet katlarında ihale kovalayabiliyoruz, patronun teşvikini geciktiren başbakana ana avrat dümdüz gidebiliyoruz, "darbe cuntaları"yla iş tutabiliyoruz, yanımızda çalıştırdığımız güzel kızlarla aşna-fişna edebiliyoruz...

Güzel, değil mi?


28 Temmuz 2003
Pazartesi
 
AHMET KEKEÇ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED