|
|
Gazeteci Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin onuncu yılında, eşi ve "um:ag" başkanı Güldal Mumcu çok önemli şeyler hatırlattı. Güldal Mumcu'nun sözleri, bizce, Uğur Mumcu'nun katledilmesini, "İran beyin; şeriatçı örgütler tetikçi" şablonuyla takip eden "kanaati haberleştirme" gazeteciliğine de dolaylı bir eleştiri niteliğinde...
24 Ocak 1993'te suikast sonucu hayatını yitiren gazeteci Uğur Mumcu, "Bir olayın ardındaki gerçek ne kadar rahatsız edici olursa olsun, gazeteci gene de gerçeğin peşinde koşmalıdır" diye özetleyebileceğimiz bir gazetecilik anlayışına sahipti. Peki, onun ölümündeki sır perdesini aydınlatmaya çalışan gazetecilerin, 10 yıldır bu anlayış doğrultusunda çalıştıklarını söyleyebilir miyiz? Özellikle Umut Operasyonu'ndaki gazeteciliği çok yakından izlemiş ve çok sayıda yazı yazmış biri olarak, bu soruya kesin bir "hayır" cevabı veriyorum... İstenirse daha onlarcasını verebileceğim bir örnekle yetineyim: Umut Operasyonu'nun ilk gününde polisin "Arabaya bombayı yerleştirenler" diye tanıttığı ve bütün basının "katiller" diye manşete taşıdığı iki kişiden birinin olay günü (24 Ocak 1993) İstanbul'da nikâhının olduğu kesin kanıtlarla ortaya konduğu halde (polis açıklamasından sadece bir gün sonra), basın bunu görmezden geldi. Cumhuriyet dahil, bütün basının bir ay boyunca "katiller" dediği iki kişinin "asıl failler" olmadığı olaydan bir ay sonra Emniyet Genel Müdürü Kemal İskender tarafından açıklandı. Oysa gazeteciler, inkâr edilemez olgusal kanıtları gizlemek yerine haberleştirselerdi, bu büyük ayıptan kendilerini esirgeyebilirlerdi... Kemal İskender'in açıklamalarını haberleştiren gazeteler arasında en anlamlı manşeti Akşam atmıştı: "Mumcu'ya büyük ayıp..." (Akşam, polisin "ayıbını" vurguluyordu hiç kuşkusuz, ama Uğur Mumcu bir gazeteciydi ve bu nedenle o ayıp asıl başkalarına aitti...) Mumcu'nun öldürülmesinin 10. yıldönümünde, eşi ve um:ag başkanı Güldal Mumcu, Cumhuriyet'in verdiği "Uğur Mumcu Özel Eki"nde bir kez daha çok önemli şeyler söylüyor. Güldal Mumcu'nun sözleri, bizce, "İran beyin, şeriatçı örgütler tetikçi" şablonuyla yürütülen bir gazeteciliğin her şeyden önce "Uğur Mumcu'ya büyük ayıp" anlamına geleceğini gösteriyor... Bundan sonrasında sözü Güldal Mumcu'ya bırakıyoruz... (...) Suikastın gizi çözüldü mü? Bir olayın gizinin çözülebilmesi için, o olayın tüm ayrıntılarının açığa çıkması gerekir. Biliyorsunuz, davayı soruşturan DGM Savcısı Ülkü Coşkun, Şubat'ın 18'inde, yani olaydan 25 gün sonra, eve benim bilgime başvurmaya geldiğinde "Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" demiştir. Olay anından itibaren soruşturmaya yeterli özen ve duyarlılık gösterilmemiştir. Ülkü Coşkun'un bu sözleri üzerine hiçbir şey yapmayabilirdik. Ama izledik ve bir yıl sonra, Adalet Bakanlığı'na bir dilekçe verdik; soruşturmanın ne aşamaya geldiğini öğrenmek istediğimizi, savcının söylediklerinin ne anlama geldiğini sorduk ve soruşturmanın savsaklandığını belirttik. Adalet Bakanlığı soruşturma başlattı. Bakanlık müfettişleri Ülkü Coşkun'un soruşturmayı savsakladığı sonucuna ulaştılar ve disiplin cezası verilmesini istediler. Fakat bu istem uygulanmadı. Bu istemin uygulanması için Askeri İdare Mahkemesi'ne başvurduk, çünkü Ülkü Coşkun askerdi. Askeri İdare Mahkemesi bu cezanın uygulanmayacağını, neden uygulanmayacağı konusunun da açıklanamayacağını, çünkü bunun devlet sırrı olduğunu söyledi. (...) Umut Operasyonu başladı. Bu operasyon sonucunda Kudüs Ordusu Savaşçıları adı altında bir örgüt yakalandı ve dava açıldı. Davaya baktığımızda, bu örgütün yalnızca Uğur'un değil, Üçok, Aksoy, Kışlalı ve bazı yabancıların öldürülmesi ve bombalama olaylarını da gerçekleştirmiş olduklarını gördük. Dava sonuçlandı. Ama bu kişilerin arkasında, bunlara emir veren kişi, kişiler ve örgütlerin ne olduğu ve bağlantıları aydınlanmadı. Bu kişiler bu cinayetleri işlemişler ve on yıl boyunca, hatta daha da fazla, ülke içinde rahatlıkla dolaşmışlar, yeni cinayetler işlemişler ve yakalanmamışlar. Bu ülkede böyle rahatça dolaşabildiklerine, kolaylıkla yurt dışına çıkıp girebildiklerine göre, bu kişilere bu rahatlığı sağlayan güç neydi? Herhalde onlar akıllarına estiği için ya da haydi ortalığı karıştıralım diyerek Uğur'u, Aksoy'u, Üçok'u, Kışlalı'yı öldürmemişlerdi. Bu nedenle yalnızca tetikçilerin ortaya çıkarılmış olması, bu olayları yapanların ya da yapılma nedenlerinin tümüyle aydınlatıldığı anlamına gelmiyor. (...) Bir kez daha vurgulamakta yarar var: Devletin, siyasi iktidarların ve kişilerin; terör eylemlerinden birini destekleyip diğerini kınamaya yönelik bir yol izlemeleri ve teröristin kimliğine bakmaksızın onun ardındakiler -devletin kendi içinde olmuş olsalar ve uluslararası bağlantıları olsa bile- ortaya çıkarılmadığı sürece bu terör olgusundan kurtulmak mümkün gözükmüyor. NOT: Güldal Mumcu'nun bu söyleşide hatırlatmadığı, ama daha önce dile getirdiği "tuğla" meselesini de Star'dan (24 Ocak) Ümit Aslanbay dile getiriyor, onu da aktaralım: "İnsan biliyor: Hiç yazmamak, hiç konuşmamak en iyisi ama... Aradan tam 10 yıl geçtikten sonra, 'O tuğla neden hâlâ çekilemiyor' diye sormadan, yazamadan edemiyor... Öldürülmesinin üzerindeki sır perdesi için böyle bir benzetme yapılmış ve eşi Güldal Mumcu'ya söylenmişti bu sözler, kuvvetli bir İçişleri Bakanı tarafından: 'Bu tuğlayı çekersek duvar yıkılır...' Nasıl, ne türden bir 'duvar' bu... 10 yıldır gedik dahi açılmıyor, öylece duruyor: Yıkılmadan, bir tuğla dahi çekilemeden. Demek ki yıkılmamalı!.." (A.G.)
KRONİK MEDYA'CILARDAN Değerli Kronik Medya okurları, ne zamandır, sizden bize ulaşan mektupların bir bölümünü oluşturan, doğrudan "haber eleştirisi" niteliğindeki mektupları yayımlamak istiyorduk. Uygulamayı bugün başlatıyoruz... İlk mektup ABD'den, Wisconsin'den bize ulaşan Deniz Özçakır'dan... Özçakır'ın görüşlerini biraz kısaltarak yayımlıyoruz... Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi'nin 23 Ocak 2003 tarihli, "Mitinglerin bir başka yüzü" adlı yazısında yer alan inanılmaz mantık kırılmasını ve kabul edilemez uslubunu kendisine yazdıgım bir mail'le bildirdim. Bu mail aşağıdadır. Sayın Ekşi, 23 Ocak 2003 tarihli, "Mitinglerin bir başka yüzü" adli yazınızda, Kıbrıs'ta faaliyet gösteren 'conflict resolution center'lar hakkında yaptığınız çıkarımlar entellektüel bir şüphecilikten öte zararlı bir önyargının ürünü gibi görünüyor doğrusu... Bu kurumlar hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve varlıklarından bile sizin yazınızdan sonra haberdar olan biri olarak yazınızda bu kadar önyargılı davranmanız beni inanılmaz derecede şaşırttı. Açık açık söylemeseniz de buradan yetişenlerin vatan haini olarak adlandırılamayacaksa bile KKTC'nin çıkarlarıyla paralel olmayan düşünce ve eylem sahibi olduklarını ve bazı güçler(!) tarafından yönlendirildiklerini satırlarınızın arasına gizlemişsiniz. Ama en önemlisi yazınızda inanılmaz bir mantık hatası var. Haddimi aşarak açıklamama izin verin... Bu kuruluşlar 1987'de faaliyete başlamışlar. Her dönem 20 Rum, 20 Türk öğrenci kabul ediyorlarmış. Ve şu an sayıları 2800'müş... Şimdi bu hesaba göre, bugüne kadar 70 dönem boyunca insan yetiştirilmiş. Yani her yılda ortalama 5 dönem yer alıyor. Bu durumda kursiyer başına 2-2,5 aylık bir eğitim dönemi düşüyor. Bu eğitimin demokratik olarak anılan toplumlarda gerçekleştirildiğini, yani örgüt içi hücre eğitimleri gibi olmadığını da hesaba katalım (gerçi yazınızın havasından sizin tam tersini hesaba katmaya daha yakın olduğunuz seziliyor), şimdi böyle bir eğitimden geçen bir insan, nasıl olur da bir ülkenin geleceği için tanımladığınız türden bir tehlike teşkil eder? Madem bu kurumlar gizli bir tehlike oluşturuyor, neden efsane kurtarıcı Denktaş bu konuda hareketsiz kalıyor? Diplomasi bu kadar bayağı bir şey midir ki, bir ABD büyükelçisi bu tehlikeyi resmi bir görüşmede Denktaş'ın yüzüne karşı tehdit eder bir havayla söylüyor? Büyükelçinin, "Bu kurumlardan yetişen insan sayısının 12 bini bulması" emelinin gerçekleşmesi için 49 yıla daha gerek olması ise abayrı bir absürd nokta... Sonuç olarak, yazınız, Hürriyet gazetesi başyazarı, Basın Konseyi başkanı titrlerine sahip bir basın duayeninden ziyade, Soğuk Savaş yıllarının "gizli kapılar ardında mesele bitirme", "gizli örgütlerle ülkeleri çökertme" örnekleriyle betimlenebilecek mentaliteyi düşünce sisteminin temeli yapmış bir köşe yazarının günlük bir karalaması niteliğinde... Umarım, söz konusu kurumlar hakkında satır aralarında kalmış ithamlarınızı kanıtlayacak nitelikte kanıtınız vardır. Aksi halde başkanı olduğunuz Konsey sizi kınamalıdır... Saygılarımla...
'Radikal İKİ' ünlü bir yazarı tanıtıyor!
"Radikal iki" gazetenin okurlarına pazar günleri verdiği bir ilave. Bu "pazar gazetesi" Radikal okurları tarafından çok seviliyor. Hatta, Radikal'in bu ilave dolayısıyla pazar günleri küçümsenmeyecek bir ek tiraj aldığı da söyleniyor. "Radikal iki" gerçekten de içinde yer aldığı türün Türk basınındaki tek örneği. Yer verilen yazıların hemen hepsinin "muhalif" bir ruhla kaleme alınmış yazılar olduğu söylenebilir. Hemen her hafta karşılaştığımız sevilen sürekli yazarları var. Gazete ayrıca, diğer gazetelerde yer bulamayan özellikle üniversite çevresinden kalemlerin kendilerini ifade edebilmeleri için de iyi bir alan oluşturuyor. "Radikal iki"nin son sayısında iki sayfaya taşmış bir yazı dikkatimizi çekti. Ayşe Akdeniz'in "derleyen" olarak imzasını taşıyan bu yazı Virginia Woolf hakkındaydı. Söz konusu yazı "Erkeklerle flört, kadınlarla aşk" başlığı altında toparlanmıştı. Ünlü İngiliz yazar Woolf, sevenlerinin bildiği gibi çok erken yaşlarında depresyonla tanışmış ve 59 yaşında intihar ederek bu dünyadan göçmüştü. Woolf, eserleri kadar cinsel hayatı ya da tercihleri açısından da ilgi çekmiş bir yazar. Nitekim Ayşe Akdeniz'in derlediği yazıda bu fasıla bolca yer verilmiş. Akdeniz'in yazarın hayatını "mercek altına" alırken "cinsel hayat"ına ilişkin hikayelere yer vermesinin tabii ki yadırganacak bir yanı yok. Bir yazarı "her yönüyle" tanıtmak gerekmez mi? Ama doğrusu, Woolf'u konu alan bir yazının sadece, ama sadece bu konuyu "mercek altına" alması da yadırganmayacak gibi değil! Gazetenin bir tam sayfasını kaplayan yazıda "yazar Virginia Woolf"a dair tek bir cümle yok desek yalan değil! Okurlara sunulan hayat hikayesine (okurların kaçta kaçı Woolf adıyla ilk kez karşılaşıyor, tahmin etmek lazım) değerli bir "yazar"ın hikayesi değil de, çok küçükken cinsel taciz ile başlayan hayatını sonra "biseksüel" tarzda sürdüren bir kadının hikayesi demek doğrusu çok daha yerinde olur... (Tasavvur edin; İngiliz yazarın adıyla ilk kez "Radikal iki" sayfalarında karşılaşan bir gencin kendisine yöneltilecek "Woolf'u tanıyor musun?" türünde bir soruya nasıl cevap yetiştireceğini tasavvur edin! Herhalde şöyle bir şey: "Haaa o Woolf mu? Hani şu bekâretini geç kaybeden, biseksüel, küçükken cinsel tacize uğramış İngilizi mi soruyorsunuz; tanımaz olur muyum?") Hangi kadına hangi mektubunda heler yazdı; hangi kocasıyla "balayı ertesinde" odalarını nasıl ayırdı; "bekâretini" ne zaman kaybetti, vesaire.... Tamam, romanlarının adlarının anılması unutulmamış ama, hepsi bu kadar... Yazısın tamamı Woolf'un "Erkeklerle flört, kadınlarla aşk"ına dair. Nitekim yazının sonuna eklenen şu notta da, yazının ilgi alanı çok güzel özetlenmiş: "İçine girdiği listeler: 1- Bekâretini geç kaybeden. 2- Biseksüel. 3- Küçükken, gençken cinsel tacize uğrayan."(!) Evet hepsi bu! Virginia Woolf hepsi hepsi işte bu kadar; bu "listeler"e giriyor! "Radikal iki" gibi özellikle gençler tarafından aranan, okunan nitelikli bir pazar gazetesine bu ünlü yazarı bu "listeler" çerçevesinin dışına çıkmadan tanıtmak yakışıyor mu? "Radikal iki" okurlarının Woolf hakkında merak ettikleri bilgiler bu "listeler"de yer alan bilgilerden mi ibaret? Tasavur edin, Virginia Woolf, "Radikal iki"de hakkında çıkan bu yazıyı okuyabilse, acaba kaçıncı "depresyonuna" girerdi... (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |