|
|
"Siyasal İslamcı, şeriatçı" erkek politikacılardan umutlarını kestikleri için mi bilinmez, "Türbana geçit yok"çu bir kısım laik yazar bir süredir türbanlı kadınlara hitap etmeye başladı. Özellikle "lider eşleri"ne yönelik "hitap"ın özü şu: "Açın başlarınızı, memleket huzurla dolsun..." Perdeyi Yalım Eralp açmıştı, onu Güngör Mengi ve Bekir Coşkun izledi. Hürriyet yazarı Emin Çölaşan ise türbanlı kadınlarla ilk "konuşma"sında meseleye "başka bir boyut" getirdi...
Son resepsiyon kriziyle yeniden gündemimizin en tepesine oturan "türban" tartışmasının, bir süredir önceki "siyasal simge", "kamusal alanda olmaz" çerçevesini aşan yeni argümanlarla çeşitlenmiş olduğundan haberdar etmek istiyoruz sizi... En önemli yenilik şu: "Laik köşeler"de, başta "en mühim"leri olmak üzere türban takan kadınlara hitap edilmeye başlamış görünüyor... Bu "hitap"ın "Çıkarın türbanlarınızı, memlekete hizmet edin" tarzında olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ama "Rakı içilen kokteyllere katılıp tertemiz inançlarınıza halel getirmeye değer mi?" tarzında (Emin Çölaşan, 25 Nisan) hitaplar da yok değil...
İLK ADIM YALIM ERALP'TEN
"Türban çıkarma seferberliği"ne yönelik ilk adım, gazetelerimizde ilk kez Yalım Eralp (Habertürk) tarafından, bundan birkaç hafta önce atılmıştı... "Rica ediyorum ('yalvarıyorum' muydu yoksa?), türbanlarınızı çıkarınız, memlekete huzur getiriniz" talebi, 22 Nisan'da bu kez Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi'nin köşesinde zuhur etti. Aslında rica, emekli general Nevzat Bölügiray'ın son kitabında ("Türban Savaşı") dile getiriliyordu ve Mengi kitaptan aldığı bir bölümü aktardıktan sonra, "olmayacak gibi görünse bile" dediği duaya "amin" demekten de geri durmuyordu. Mengi'nin sözünü ettiğimiz yazısının ilgili bölümü şöyle: "Bölügiray nasıl 'Kürt gerçeği' kabul edildiyse 'Türban gerçeği'nin de kabul edileceğini öngörüyor. Ne zaman? 'Türban bir din sömürü aracı ve İslamcı partilerin simgesi olma durumundan çıktığı ve irtica tehdidi en alt düzeye indiği zaman..' Peki o günü erkene almanın çaresi nedir? 'Erdoğan, Gül, Arınç gibi üst düzeydeki yöneticilerin eşleri, zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği içtihatlarına uyarak başlarını açsalar, peruk ya da şapka taksalar, çağdaş bir değişim, gelişim ve atılımda topluma öncülük yapsalar sanırım artık hiç kimse ne AKP'nin takıyyesinden ne de tehlikesinden söz edebilir.. Türkiye için bunu yaparlar mı?' Olmayacak dua gibi görünse bile biz bu duaya gönülden amin deriz!"
ERKEKLER OLMASA...
Aynı "içerik", daha "sıcak"mış gibi daha "kadından yana"ymış gibi bir üslupla Bekir Coşkun'un köşesinde de vardı (25 Nisan). Hürriyet yazarı, "Yokmuş gibi kadınlar..." başlıklı yazısında şöyle dedi: "Meclis Başkanı'nın şovları dışında AKP'lilerin eşleri zaten evlere kapalı, sessiz ve yokmuş gibiler. Benim canım buna sıkılır... Zaman zaman medyada silüetleri gözüken, törenlerde arka sıralara oturtulan, medyadan ödü patlayan, ne yapacaklarını şaşırmış, konuşmaları yasak, yokmuş gibi kadınlar... Onlar elbette saygıdeğerler... Onlar birer anne... Bir yuvanın yapanı, acılı günlerde ağlayan, iyi günlerde mutluluğunu belli edemeyen, utangaç... Üstelik toplumun yüzde yetmiş beşi tarafından eleştirilen-suçlanan, bir ideolojinin tutsağı olmuş... İşte; 'Madem ki sorun çıkıyor, ülkemin huzuru için başımı açarım' diyemeyen kadınlar... Canım buna sıkılır benim... Var ama, sanki yokmuş gibi kadınlar..." Yani Bekir Coşkun'a göre durum şöyle: Tepelerindeki erkekler olmasa, türbanlı kadınlar bir an bile düşünmeyecek, "ülkenin huzuru için" türbanlarını fora edecekler. Yanlış anladıysak Bekir Coşkun düzeltsin bizi...
ÇÖLAŞAN'DAN 'BAŞKA BOYUT'
Şimdi de iki sayfa ilerleyip Emin Çölaşan'a geliyoruz... Orada da "yanlış anlamaya" açık, muğlak bir hitap var türbanlı kadınlara... Çölaşan, "Türban ve resepsiyon olayına başka bir boyuttan bakalım" diye giriyor söze... O boyut, şöyle bir boyut: "(...) Bu hanımlar niçin örtünüyor? Saç kıllarını niçin özenle saklıyor? Erkekler görmesin ve şehvet duygusuna kapılmasın diye. Şimdi de madalyonun öbür yüzüne bakalım. Siyasetçinin eşi önceki akşam başını bağlayıp resepsiyona gidiyor. Orada bir sürü erkek var. İçki var. Dahası, diplomat olarak bir sürü Müslüman olmayan erkek var. Kocan seni oraya getirecek, erkeklerin elini sıkacaksın!" Biz bu noktaya kadar, Çölaşan'ın "Şeriatçı erkek politikacıların nasıl bir ikiyüzlülük içinde olduğunu" göstermek için kaleme sarıldığını düşünmüştük. Devamında da, "Hakiki müslümanlıkta ne erkeklerle birarada olmak günahtır, ne de erkek eli sıkmak; kocalarınız size yobazlık yapıyor" fikriyatını bir kez daha dile getireceğini zannetmiştik. Fakat o da ne? Tam bu noktada yazar, kendisinin de saygı gösterdiğini ima ettiği Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Altunkaya'nın Müminlere Vaaz ve İrşad isimli kitabından şu alıntıyı yapıyor: "İslam dini kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını küçük düşürmüyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetlilerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor." Alıntıyı takiben Çölaşan türbanlı kadınlarla konuşmasını şöyle sürdürüyor: "Toplulukta erkekler ister istemez sana bakacaklar. İlgi odağı olacaksın. Çaktırmadan bile olsa senin giysilerini, makyajını, gözlerini, bakışlarını inceleyecekler. Yanında birileri içki içecek. Sen onlarla muhabbet edeceksin! (...) Ve sen orada başınla türbanınla, bu ortamı içine sindireceksin!" Türbanlı kadınların Çölaşan'a "Sana ne kardeşim, günahı varsa o da benim boynuma" diyeceği kesin ama bunun, Çölaşan'ın ne demek istediği konusunda bize hiç yararı yok. Sahi ne demek istiyor yazar? Galiba kendisi de bilmiyor bunu ki, yazısı şu satırlarla sona eriyor: "Birilerinin, özellikle din adamlarımızın bu çelişkilere ve sorulara doyurucu ve tutarlı yanıt vermesi gerekmiyor mu?" "Özel hayat"ları (hele hele "rakı içme hakkı") söz konusu olduğunda cengâver kesilen yazarlarımızın "türbanlı kadınlarla konuşmaları", onların empati yetenekleri konusunda ne kadar çok şey söylüyor, değil mi? "Canımız buna sıkılır bizim..." (A.G.)
Hürriyet 'Kılınç paşa' haberlerini iyi götürüyor...
Önce Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün, Kronik Medya'da "sorulması gereken" diye tanımladığımız sorusunu bir daha hatırlayalım: "Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın yurtdışındaki Türk derneklerini biraraya getirme çabaları doğru bir çaba mıdır? Bu işi yapmak üzere seçilen kişi, yani Kılınç Paşa doğru isim midir?" Ertuğrul Özkök'ün iki soruya da pek yerinde gerekçelerle "hayır" cevabı verdiğini aktarmıştık size... Hürriyet'in sürmanşetten izlediği "Kılınç paşa" haberlerinin ikincisi, Özkök'ün ne kadar haklı olduğunu bir kere daha gösterdi. Gazetedeki, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç'ın bir fotoğrafının eşlik ettiği kocaman "PAŞA: ALIRSIN BOYAYI-KAĞIDI BASARSIN PARAYI"" başlığını görünce, doğrusu kısa birtereddüt geçirmedik değil. Açıkçası, Hürriyet yazıişlerindeki meslektaşlarımızın, başlığı çarpıcı hale getirmek için paşanın Avrupa'daki Türk vatandaşlarına verdiği "ekonomi kurtarma dersi"ni (bu da haberin "patlangaç"ı) biraz abarttığını düşündük. Fakat, konuşmayı izleyen bir dernek başkanı ve bir konsey temsilcisinin tanıklıklarını dinleyince (onlar da önce şaka sanmışlar) vazgeçtik bu düşüncemizden... Biz "olay"ı, Hürriyet'e konuşan Türk Vatandaşları Konseyi Temsilcisi Bayram Yıldızoğlu'nun sözlerinden öğrenelim. Aynen şöyle: "Kılınç'ın ekonomi anlayışı biraz farklı. 'Ben başbakan olsam, Maliye Bakanı olsam, girerim, makineyi çalıştırır basarım parayı. O parayla millete faizsiz kredi veririm, dış borcu kapatırım' dedi... Herkes güldü, birbirine baktı. 'Bu ekonomi anlayışıyla bir yere varılmaz' denilince, 'Olur olur' diye cevap verdi. 'Basılacak paranın karşılığı olması lazım' dedim. Gülüşmelere kızdı. Önce birçoğumuz şaka sandık. Ciddi manada olamaz diye düşündüm. 'Amerika'nın dünyanın her yerinde parası var. Doların parasını kim belirliyor?' diye konuştu." Sözünü ettiğimiz bu toplantı Berlin'de yapılmış... Bir önceki de, biliyorsunuz, Brüksel'de yapılmış, "Kılınç Paşa" orada da toplantıya katılanlarla "Yobaz tartışması" yapıp elini masaya vurmuştu... Haberleri veren Ali Gülen, üçüncü toplantının Düsseldorf'ta yapıldığını duyuruyor... Orada ne olduğunu merak etmemek elde mi? Bakalım Hürriyet bu verimli, zihin açıcı (hakikaten) haber takibini sürdürecek mi? (A.G.)
Vatan - Polis elele, "meçhul kız"ın fotoğrafı gazetede!
İzmir polisi geniş çaplı bir araştırma başlatmış, çünkü küçük yaştaki bir lise öğrencisi kızın tecavüz ve sevişme sahnelerinin gizlice kameraya çekilerek CD ile çoğaltılıp piyasaya sürüldüğü ihbarını almış.... Çocuk Şubesi'nin eline geçen CD şöyle böyle değilmiş; genç kızın çeşitli erkeklerle ilişkiye girdiği görülüyormuş... Polis soruşturmayı "çok gizli" sürdürüyormuş... Ve nihayet gazetenin olaya ilişkin verdiği son bilgi: "Polis, sevişme sahnesindeki küçük yaştaki kızın kimliğini bir an evvel tespit etmeye çalışıyor"muş... Zaten Vatan'ın bu haber için seçtiği başlıktan da bunu öğreniyoruz: "İzmir polisi ÇD'deki meçhul kızı arıyor". Tahmin ettiğiniz gibi Vatan'ın bu haberinde bir "sakatlık" var. Bir "sakatlık" var, çünkü "CD'deki meçhul kız" hiç değilse haberin gazetede yer aldığı 25 Nisan tarihinden sonra artık "meçhul" değil. Artık "meçhul" değil, çünkü "CD'deki meçhul kız"ın hafifçe (ama çok hafifçe!) mozayiklenmiş belden fotoğrafını bütün Vatan okurları gayet net bir biçimde temaşa edebiliyor! Şimdi sıra geldi sorulara: 1- "CD'deki meçhul kız", Vatan'da fotoğrafı yer alan kız mı? 2- Eğer "o kız" ise, bu fotoğraf Vatan'ın eline nasıl geçti? (Eğer İzmir Polisi Çocuk Şubesi ellerine geçen görüntüleri Vatan muhabiriyle birlikte izlemiyorsa.) 3- Yok eğer bu fotoğraf "o kız" değil de, gazete bu genç kız fotoğrafını "laf olsun, sayfa dolsun" diye kullanıyorsa, o zaman da bu ne münasebetsizlik ya da daha doğrusu ahlaksızlık? Sorular bundan ibaret, cevaplamak için 24 saat süreniz var hadi bakalım" (K.B.)
Teşekkürler Ülsever…
Bazen oluyor; "malzeme" bolluğundan bazı haberleri değerlendiremiyoruz, ertesi güne bırakıyoruz, hatta bazen araya 2-3 gün girdiği bile oluyor… Böyle durumlarda sık sık başımıza gelen şey şu: Gazetelerin köşelerinde zaman zaman bizim "iş alanımıza" dalıp haber eleştirisi yapan meslektaşlar var, güzelim malzemeyi onlara kaptırıyoruz… Biraz hayıflanıp unutuyoruz… Hürriyet'in 22 Nisan tarihli manşetinde de aynı şey geldi başımıza… Fakat bu haberin eleştirisine soyunan yazar, böyle durumlarda her zaman olduğu gibi başka bir gazetenin yazarı değildi. O nedenle değişik bir deneyim yaşadığımızı söyleyebiliriz… 22 Nisan tarihli Hürriyet'in manşetine oturan haberle başlayalım, ardından Hürriyet'in bu "özel" haberini Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever'in gazete adı vermeden nasıl eleştirdiğine bakarız… Sekiz sütuna "ENOSİS TATİLİ" deniyor manşette… Mevzu, alt başlıkta şöyle ifade ediliyor: "Kıbrıs planının mimarı BM Genel Sekreteri Kofi Annan, tarafsız konumunu unutarak Yunanistan'ın Girit Adası'nda eşiyle tatil yapıyor…" Annan'ın suçunu da spotlardan okuyalım: Birinci spot: "Tarafsız Annan Girit'te… Kıbrıs'ın AB'ye katılımını 'Enosis-Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleşmesi' diye tariif eden Yunan Başbakanı Simitis Rum Kesimi'nde gövde gösterisi yaparken, Annan da Girit'te 'Enosis tatili'nin keyfini çıkarıyordu…" İkinci spot: "Denktaş'ı suçlamıştı… Annan'ın, sunduğu planı Kıbrıs Türklerine bir tuzak olarak gören ve bu yüzden reddeden KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ı suçlu ilan edip daha sonra da tatilini bir Yunan adasında yapması şaşkınlık yarattı…" Şimdi durup bakınca benzer durumlarda olduğundan daha çok hayıflandığımızı itiraf edelim: Baksanıza, öyle bir haber ki eleştirisi de kendi içinde… "Hürriyet'in manşeti buydu" deyip aktaracaksınız, başka da bir şey yazmanıza gerek kalmayacak… Herkes okuyacak, gülecek… Neyse, kaçmış bir kere… Hürriyet yazarı Ülsever'e gelirsek… Yazarın, 24 Nisan tarihli köşesi "Komiktir benim memleketim" başlığını taşıyor. Birçok "komikliğin" sıralandığı yazıda, bizi ilgilendiren "komiklik" aynen şöyle anlatılıyor: "Kofi Annan Yunanistan'da tatil yaparak ne kadar Rum taraftarı olduğunu göstermiş. Şimdi Yunan Adaları'nda tatil yapan binlerce Türk büyüğü de mi Rumcu oluyor? Yoksa birileri, bizim Kofi Annan'ın bir tatile satılacağını düşünecek kadar saftorik olduğumuzu mu düşünüyor?" (A.G.)
'Tamamen tarafsız bir gözle...'
Hürriyet'ten (24 Nisan) Emin Çölaşan'ın "Ermeni soykırımı!" başlıklı yazısından: "Peki nedir olay? Ortada gerçekten bir soykırım var mı? Tamamen tarafsız bir gözle bakalım" (....) "İki taraf birbirini öldürmüş, zorunlu göç olmuş. Bunlar doğru. Ama ortada soykırım filan yok. Eğer olsaydı, 1915 sonrasında İstanbul ya da Anadolu'da tek bir Ermeni kalır mıydı?" Unutmayın, yazar daha yazısının başında söylemişti: "Tamamen tarafsız bir gözle bakalım."(!) (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |