AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Bilgisizce bilgiçlikler (II)

Bilgiçlik sıradan insanlara yakışır, hatta "genel kültür" adı altında bilgiçler itibar bile görebilirler. Kimse onları ayıplamaz, bilakis takdir eder; zira halkın rağbeti bilginlere değil, bilgiçleredir. O halde alan ve veren memnun olduğuna göre bilgiçleri tebessümle karşılayabiliriz. Ancak bilginlerin bilgiçlik yapması durumunda onların muhatapları verilenden memnun olmazlar; zira bilgin'den kesin bilgi beklenir; bilgi suretinde tahminler ve faraziyeler değil.

İkinci misalimi yenilerden vereceğimi söylemiştim: Bu misal de Doç. Dr. Hasan Ünder'in hazırladığı "Skolastik Eğitim ve Türkiye'de Skolastik Tarz: Salih Zeki, Yusuf Akçura, Muallim A. Cevdet" (Ankara, 2002) adlı eserden....

Bakınız ünlü matematikçimiz Salih Zeki'nin bir makalesi nasıl çevrilmiş (!):

— "Eskilerin [mütekaddiminin] gözünde 'bilim' adına yaraşır yegane şey görüldüğü ve öğrenmeye değer bulunduğu için 'tealüm' [herkes tarafından bilinmesi gereken şey] adı verilen matematik bile evrim yasasına tabi olmuştur: Eskiler kem-i muttasıl ve kemmi munfasıl diye iki tür sayı bulabilmiş idi; müteahhirin [yeniler] bunlara bir de 'kemmiyet-i muhdese' ekledi ve bunun için ayrıca bir hesapla yöntemi icat etti." (s. 60)

Şimdilik buradaki yanlışlara takılmayıp sayın Ünder'in bu pasajla ilgili açıklamasını okuyalım:

— "Osmanlıca bu matematik terimlerinin bugünkü karşılıklarını bulamadım. "Kem-i muttasıl 'reel sayı', kem-i munfasıl 'rasyonel sayı', kemmiyet-i muhdese de 'sanal sayı' karşılığı kullanılmış olabilir." (s. 119)

Bu açıklamalar dönem ödevi hazırlayan bir öğrenciye ait olsaydı, hocası ya hemen kendisine ne olduklarını söyler ya da hiç değilse nerelere bakması gerektiğine işaret ederdi. Ama bu zat bir doçent! Yani kendileri hocalık makamında... Bizce bilmemesi de ayıp değil, bulamaması da... Fakat öğretim görevlisi olmuş bir bir eğitimciye, üstelik "Eğitimde Atatürkçülük" gibi makaleler yazmış bir eğitimciye bu tür meseleler zuhur ettikde biraz zahmet edip ehline sormak gerektiğini, kısacası "sorma"nın önemini hatırlatmak ayıp olmaz mı?

Dilerseniz bu ayıbın nelere malolduğunu anlayabilmek için, meselenin doğrusu neymiş ona bir bakalım:

Öncelikle 'kem(miyet)' sayı değil, nicelik demek. Nicelik ise ölçülebilir (mikdar) ve sayılabilir (aded) olanla ilgilidir. Bu bakımdan kemm-i muttasıl (=sürekli nicelik) 'mikdar', kemm-i munfasıl (=süreksiz nicelik) ise 'aded/sayı' anlamına gelir. İlki Geometri'nin, ikincisi Aritmetik'in konusudur. Matematik ise hem Geometri'yi, hem Aritmetik'i kapsar. (Artık reel sayı, rasyonel sayı, sanal sayı gibi tahminleri bir yana bırakıp kemmiyet-i muhdese'yi nasıl Türkçeleştireceğinizi düşünebilirsiniz.)

Meselenin ehemmiyetini daha iyi anlayabilmek için lütfen aynı makalede yer alan şu cümleyi de dikkatle okuyunuz:

— "Ancak kuvve-i an-il-merkeziye denilince bunun mana-i lağvisine kapılarak merkezden muhite müteveccih hakiki bir kuvvet olduğuna zahib olur." (s. 92)

Sayın Ünder bu şekilde okuduğu metni şu şekilde çevirmiş:

— "Ancak merkezkaç kuvvet denilince bunun yanıltıcı anlamına kapılarak merkezden çevreye doğru yönelmiş hakiki bir kuvvet olduğu zannına kapılır." (s. 56)

Bir kimse sık sık kullanılan "mânâ-yı lugavî" (=sözlük anlamı) tabirini "mana-i lağvi" şeklinde okursa, tabii ister istemez 'lağv' kelimesinin sözlük anlamından (!) hareketle "yanıltıcı anlam" diye bir karşılık uydurmaktan kendini alamaz.

Keşke misaller bu kadarla bitse! Fakat sorun misallerin kendilerinde değil, bu misallerin ne tür bir tabloyu önümüze getirip diktiğinde...

Sanmayın ki bu Arapça'nın, Osmanlıca'nın o kendine mahsus zorluklarında, bilakis Batı dillerinden yapılan çevirilerde rastlanan tuhaflıklar daha da önü alınamaz düzeylerde... Heidegger'in kitabını değil, başlığını bile çeviremeyen mütercimler mi ararsınız, Gadamer, Derrida filan deyip daha okuduğunu bile anlayamayan heveskârlar mı? (Mesela "Identität und Differenz"i "Özdeşlik ve Ayrım" diye çeviren mütercim körükörüne lugavî bir mânâya dayanmakla kalmamış, çeviri işini de oyun haline getirmiş!)

Tekrarlayacak olursak, sorun gerçekten de misallerde değil, ne oldu, nasıl oldu ise en nihayet bu derekelere inivermiş olduğumuzda... Çünkü bu hataları yapmamak için aslında bilgin filan olmak da gerekmiyor; bilgiçliğin dahi hakkı verilse hiç olmazsa hataların kalitesi artar!

Bilmediğimizi bilirsek, önümüzde hâlâ bilmek imkânları var demektir. Fakat bilmediğimizi bilemediğimiz sürece bilmek imkânlarından da tamamen mahrumuz demektir. Çünkü bilenlerin önce bizi bilmediğimizi bilmediğimize ikna etmeleri, sonra da bize bilmediğimizi öğretmeleri gerekir.

Komedi de burada başlıyor; zira bilenler halimize bakıp tebessüm ediyorlar!


6 Nisan 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED