|
|
Sevebilmek, özleyebilmek ve ortaklaşa şarkılar besteleyebilmek...
Ben, müslümanları seviyorum arkadaş. Hele de imanının kendisine lûtfettiği neşveyi, heyecanı, coşkuyu müdrik, ahlâk ve şahsiyet sahibi ve asâletlerini müslümanlıklarına borçlu olduğunu bilen asil müslümanları. İman, mümini özgürleştirir, ontolojik güvensizlik duygusu yaşatmaz mümine. İman, müminin bu dünyaya, kâinâta, tüm diğer varlıklara ve insanlara Allah'ın rahmet ismiyle bakacak bir ruh, bir göz, bir kalp armağan eder kendi'sine. Kendileştirir ve özneleştirir mümini: Kendileşen ve özneleşen mümin, hayatın merkezine kendisini yerleştirmenin, egosunun esiri olmanın ve dolayısıyla egosunu putlaştırmanın ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini yakînen idrak edebilen bir duruma, bambaşka bir alana geçtiği için kendisine güvenilen ve herkese güven veren bir derekeye yükselir. İşte bu ân, müminin Ebubekirleştiği ân'dır: Cehennemin kapısı öylesine daraltılmalı ki, o kapıdan sadece kendisi girebilsin içeri! İşte bu ân, müminin bir "hiç" olduğunu farkettiği "makam"dır: Her yerde ve her şeyde Allah'ın varlığını iliklerine kadar hissettiği bir "ân". Dolayısıyla "hiç" olduğunu farkettiği oranda varolur (vücut bulur), varolma iradeleri (mevcudiyet, vicdan ve vecd hâline geçerek herkesi ve her şeyi kucaklayacak bir rûh) geliştirir. İman, her türlü kötülüklerden arınma ve korunma; diğer insanları ve müminleri de düştükleri girdaplardan kurtaracak bir sevgi, kardeşlik ve onların dertleriyle hemdert olabilme ruhu kazandırır insana. Benim bu kadar açık-seçik yazabiliyor olmamın sırrı, mümin olma kaygısı gütmemde gizli. Müslümanları karşılıksız olarak sevebilecek kadar kendi'leşebilen, özneleşebilen ve "hiçleşebilen" müminleri bizzat tanıdım ben: Afganistan cihadı sırasındaydı. Afganistan'dan art arda "katliâm" haberleri geliyordu. Televizyonlar yoktu (sadece TRT vardı) o zamanlar. Kayseri'de bir ağabeyimiz bu gelen haberlere tahammül edemediği için hastalandı, günlerce kendisine gelemedi ve sonunda burada sanki oradaymışçasına müslümanların ızdıraplarını yüreğinde hissederek şehid oldu. Yazması bile zor, çok zor bu satırları... "Böyle insanlar kaldı mı ki" diyerek acayip ve garaip psikolojiler geliştirmeyelim lûtfen! Böyle insanlar var. Bu toplum aslında böyle bir toplum. Fakat bu ruhu bastırılmış durumda; sanki devâsa bir perde bu ruhu örtüyor, gizliyor gibi. Eğer bu perde yırtılabilirse, SÖMÜRECİLİK DENEYİMİ YAŞAMADIĞI VE KOLLEKTİF RUHU KİRLETİLMEDİĞİ İÇİN bu toplumun müslümanlıkla kurduğu ilişkinin hiç de hafife alınacak bir ilişki olmadığı ortaya çıkacak. İsmet Özel yazılarının ikincisini yazdığım gündü. Yazıda, bu toplumun iki çapraz ateş arasında kaldığını söylemiş, en büyük darbeyi bizim toplumumuzun yediğini yazmıştım. O yüzden bu millete biraz daha rahmetle ve şefkatle yaklaşmamız gerektiğini ve vakti zamanı geldiğinde bu milletin kendisini kendisi yapan ruhu hatırlayabileceğini hatırlatmıştım. İşte o gün vapurda yaşadığım bir olay beni bir hayli silkeledi: Güvertenin yanıbaşında oturmuştum. İsmet Özel gibi birinin kendisini yıpratmasına çok üzülüyordum; o yüzden bir hayli dalgındım. Güvertenin sağ tarafındaki kapıya, iki metre ötemde pejmürde kıyafetli bir pîr-i fânî ilişivermişti. Üç-dört dakika sonra insanların dörder-beşer kişilik birkaç kuyruk oluşturduklarını farkediverdim: Yaşlı adama herkes para vermek için kuyruğa girmişti! Allah Allah! Pek görülmüş bir şey değildi bu! Bir ara adamcağızla yüzyüze geliverdim: Kıpkırmızı kesilmişti yüzü! Adamcağız bir süre sonra diğer kapıdan çıkarak uzaklaştı güverteden. Giderken hiç unutamayacağım iki cümle söyledi oradaki hâzirûna: 1-"Allah size rahmet etsin!" 2-"Allah, yolunuzu şaşırtmasın!" Bu toplumu hafife almamak, mümin olma asaletini yitirmeden bu topluma ne olduğunu hatırlatma mücadelesi vermek; dolayısıyla müslümanları sevebilmek, özleyebilmek gerekiyor. Ben müslümanları sevebilmenin, özleyebilmenin nasıl bir şey olduğunu gerçek anlamda Frengistan'da keşfettim, farkettim. 12 yıllık Frengistan hayatımız süresince nerede bir müslüman görsek, hemen sarmaş dolaş oluyorduk. Biraz da Frengistan'ın verdiği o kekremsi, rahmetten ve bereketten yoksun hava nedeniyle oralarda müslümanlar biraz daha içten, vefakâr, cefakâr, kardeşlik ruhuyla dolu, gönlübol oluyorlar ve daha dolaysız ilişki kuruyorlar birbirleriyle. Birbirlerini özlüyorlar. Evet özlüyorlar birbirlerini. Anlatılması zor, muhteşem bir duygudur bu. Ben bu duyguyu yitirmemek için direniyorum; canlı tutmaya ve "hatırlatmaya" çalışıyorum. O yüzden Türkiye'ye döndüğümde hangi cemaatten, meşrepten olursa olsun, benden istenilen her şeyi yapmak için koşuşturdum. Benden istenen şeyleri geri çevirmemeye özen gösterdim. Zaman zaman oturmasını, kalkmasını, adam gibi iş tutmasını bilmeyen insanların alçakgönüllülüğümü belki farkında olmayarak kötüye kullandıklarını gördüm; ama yine de müslümanlardan gelen hiçbir teklifi, hiçbir "yardım" talebini "ipine, tipine, sapına" bakarak reddetme "karın ağrıları" geliştirmeye kalkışmadım. Oysa eğer hakîkaten esaslı ve kalıcı bir şeyler söyleyebilmek ve yapabilmek için, ortaklaşa bir dil, ortaklaşa bir duyarlık geliştiremez, ortaklaşa bir şarkıyı birlikte besteleyebilecek kıvama gelemezsek sadece birbirimizle uğraşır dururuz. Ben bu anlayışın, bizi bir yere götüremeyeceğini, hakîkati sadece kendi egolarımızı tatmin sürecinde bozuk para gibi harcamamıza yol açacağını, dolayısıyla bunun hesabını zor vereceğimizi altını çizerek hatırlattım ve hatırlatmaya da devam edeceğim. Eğer bir şey yapacaksak, "ben" değil, biz yapacağız ve "biz olduğumuz", birbirimizi sevebildiğimiz, özleyebildiğimiz, tüm farklılıklarımıza rağmen "uzun yolculuklara BİRLİKTE çıkmaya hüküm giyme" erdemi, asaleti ve şahsiyeti geliştirebildiğimiz ve gösterebildiğimiz zaman yapabileceğiz bunları ve bu ülkede esaslı gelenekler, esaslı bir medeniyet tasavvuru icat edebilecek duruma işte o zaman gelebileceğiz ancak. Not: Mustafa İslamoğlu, son yazdığı yazıda, benim yazdıklarımın "laf kalabalıkları ve entel tafraları"ndan öteye gitmediğini yazmış. Nerden çıktı şimdi bunlar? Yapma sevgili kardeşim. Bu laflar üzerine benim o yazıları devam ettirmem doğru olmaz. O yüzden kesiyorum burada. Çünkü işin içine ego giriyor. Ben orada dururum; eğer durmazsam, kendimle çelişkiye düşerim. Müslümanları sevmekten, özlemekten, ortaklaşa şarkılar bestelemekten sözeden bir adam işin içine egonun, haftalardır en büyük put olarak vurgu yaptığım egonun girdiği bir yerde duramıyorsa, bıraksın bu işleri daha iyi!
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |