![]() |
![]() |
![]() |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]()
Ertuğrul Özkök, "Bir 21. yüzyıl hurafesi" olarak nitelediği "Basında tekelleşme" kaygılarıyla ilgili olarak, "Bu çağda artık haberlerin, fikirlerin, tavırların yayılmasını önlemek, kitlelere ulaşmasına mani olmak mümkün değildir" diye yazdı. Biz, bunun mümkün olduğunu, Hürriyet'çilerin çok iyi hatırlayacakları somut bir haber üzerinden göstereceğiz... Önce Cumhurbaşkanı'nın, ardından da Başbakan'ın "Basında tekelleşmenin sakıncaları"na değinen konuşmalar yapması, Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün "tekelcilik" konusundaki ilgisini uyarmış görünüyor... Özkök, 7 Ekim'deki "Bir 21. yüzyıl hurafesi" başlıklı yazısında şu fikirleri öne sürdü: "Hangi alanda olursa olsun, tekelleşme, üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur. Ama ben, bu çağda medyada tekelleşme konusundan hiç endişe etmiyorum. (...) Endişe etmiyorum, çünkü bu çağda artık haberlerin, fikirlerin, tavırların yayılmasını önlemek, kitlelere ulaşmasına mani olmak mümkün değildir. Bana göre, üzerinde konuştuğumuz tekelleşme, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk üç çeyreğine ait bir kavramdır. (...) Siz gazetenize koymazsanız, mutlaka bir başka gazete veya internet sitesi bunu duyurur." Acaba öyle midir? Evet, "bu teknoloji çağında" hiçbir bilginin gizlenemeyeceği, bir yerlerden uç vereceği söylenebilir... Ama "haberlerin, fikirlerin, tavırların KİTLELERE ulaşması" bambaşka bir meseledir. İnternet gibi gelişkin teknolojileri kullanabilen küçük bir azınlığın ulaşabildiği bilgelerin "kitleler"e ulaşması ancak çok satışlı ulusal gazeteler ve özellikle de "ücretsiz" televizyon yayınlarıyla mümkündür... "Kitle iletişim araçları"nın bir "tekel"in ya da "kartel"in elinde olması durumunda gizlenmek istenen haberler gizlenebilir: Yani o haberlerin "kitlelere ulaşmasına mani olunabilir..." "Kartel" döneminden bir örnekle bu söylediklerimizi temellendirmeye çalışalım: Hürriyet gazetesi yazarı Emin Çölaşan 2 Ekim 2000 tarihli yazısında her zamanki hesap soran üslubuyla, bu kez eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'e yazdığı bir mektubun hesabını soruyordu. Mektup, Demirel'in yeğeni Murat Demirel'in Azerbaycan'da kuracağı bir banka için "kolaylık" rica ediyor, şöyle bitiyordu: "Banka sektöründe tecrübeli, muteber bir işadamı olarak dürüstlüğünden şüphe duymadığım Sayın Murat DEMİREL'den yakın ilgi ve desteğinizi esirgemeyeceğinizden eminim." Demirel'in cumhurbaşkanlığının sona erdiği Mayıs 2000'den beş ay sonra yayımlanan mektubun çok ilginç bir büyük basın serüveni vardı. 12 Şubat 1999'da kaleme alınan ve o günlerde muhatabına ulaştırılan mektup bir yıl boyunca gizli kaldı. Özel bir belge olmadığı için devlet kayıtlarında da yer alan mektup, bir yıl sonra el altından basına sızdırıldı. Belli ki, mektubu sızdıranlar bir yıldır durumdan haberdardı, ama uygun zamanın gelmediğine inandıkları için ellerinde bekletiyorlardı.
Haber "kitleler"e duyurulmadı
Nihayet, Cumhurbaşkanı Demirel'in görev süresinin uzatılmasını mümkün kılacak 5+5 tartışmaları sırasında, mektup, sırasıyla önce en çok satan gazeteye; onun yayımlamaması üzerine ikinci çok satan gazeteye; onun da yayımlamaması üzerine üçüncü en çok satan gazeteye ulaştırıldı. Yayımlanması durumunda Demirel'in seçilme şansının büyük darbe alacağı apaçıktı. Mektubu sızdıranların, üç büyük gazetenin o sırada Demirel'in görev süresini uzatmak için militanca bir çaba içinde olduğunu hesaplamamış olması düşünülemez. Muhtemelen, "nihayet gazeteci bunlar, böyle bir haberi görmezlikten gelemezler" diye akıl yürütmüş olmalılar. Üç büyük gazetenin "nomenklatura"sında yer almayan meslektaşlarımız, haberin üç gazeteden de geri dönmesini aralarında tartışırken, Akit'in (5 Nisan 2000) manşeti sökün etti: "İŞTE DEMİREL BU!.. Demirel'in, Cumhurbaşkanlığı makamını da kullanarak, yeğeni adına iş takibi yaptığı ve tavsiye mektubu yazdığı belgelendi." Demirel'in süresinin uzatılmasını mümkün kılacak 5+5 oylamasına daha bir ay vardı, mektup "kitleler"e ulaşabilseydi şüphesiz etkili olurdu. Ama tahmin edileceği gibi, Akit kendi yazdı, kendi söyledi. Haber, orada kaldı, "kitleler" duymadı. O kadar ki, Akit'in manşetinden beş ay sonra Emin Çölaşan mektubu ilk kez açıklıyormuş gibi yapabildi ve "kitleler" onu gerçekten "yeni" sandı. Oysa mektubu o tarihte yayımlamanın hiçbir haber değeri kalmamıştı artık. Çünkü Demirel seçilememiş, yeğeni Murat Demirel de çeşitli suçlamalarla cezaevine konulmuştu. Başta söylediğiklerimizi örneğimize uygulayarak bitirelim: Evet, "bu çağda", bütün haber ve bilgiler gibi bu bilgi de gizlenememiş, bir yerlerden uç vermişti. Ne var ki iki büyük grubun elinde olan büyük gazeteler ve televizyon kanallarında kendisine yer bulamadığı için "kitleler"e ulaşamamıştı... (A.G.)
Irak seferi "Türk basını"nı acaba ne hallere sokacak? "Tezkere" uygulamaya konup Irak'a asker gönderilmesi gerçekleştiğinde bakalım "Türk basını"nı nasıl bir hal alacak? Nasıl bir hal alacağını aşağı yukarı tahmin etmek zor değil, ama bu sefer işin içine "86 yıl sonra barış için" gibi üzerinden pek de hoş kokular yükselmeyen başlıklar şimdiden girmeye başladığı için, durum belki de tahmin edebildiklerimizin de ötesine geçecek... Tahmin etmek zor değil, çünkü tansiyonun göreli olarak düşük olduğu dönemlerde bile "sivil dil" ile arası iyi olmayan "Türk basını"nın, Türkiye'nin Irak'a "tümen" ya da bazı köşeyazarlarının "tezkere"nin ikinci gününden itibaren tavsiye ettikleri gibi "kolordu" düzeyinde asker göndermesini alıştığımız "ruh hali"yle taşıyabilmesi mümkün değil. Ortaya mutlaka çok daha "militarize" bir dil ve söylem çıkacak... Dile kolay, tam "86 yıl sonra"!.. Nitekim, Kronik Medya'nın dünkü sayfasında aktardığımız gibi, bu yönde ilk işaretlerlerle karşılaşmaya başladık bile. Bu işaretler gazetelerin, "tezkere"den sonraki ikinci gündeki (9 Ekim Perşembe) sayılarında şimdiden da daha artmış durumda. Asker gönderme konusunda hükümet ile ABD arasında yapılan görüşmelerin henüz başında olunmasına rağmen, Tercüman'dan (Ilıcaklar) Nevzat Yalçıntaş'ın yazısının başlığında karşımıza çıktığı gibi "Mehmetçik Hak yardımcın yolun açık olsun" şeklindeki dileklerin sayısı hızla artıyor. Tamam, aynı gazeteden Cengiz Çandar'ın Irak'a gönderilecek asker sayısına ilişkin "kolordu" düzeyinde ısrarlı olunmasını "tarih şuuru"na uygun bulması belki artık hiç kimse için şaşırtıcı değil, ama Hürriyet'in "Modern Zamanlar" yazarı Hadi Uluengin'in çok mu çok "pre-modern" bir terminolojiden ödünç alınan sözcüklerle "Dolayısıyla, 'büyük devlet' refleksiyle gelişmelere geniş bakan bir Türkiye'nin 'büyük oynaması' ve geniş açılı stratejiler hesaplaması gerekmektedir" diye yazması anlamlı değil mi? Sadece köşeler değil, gazetelerin manşetlerinden başlayarak başlıklarında da bu "yeni dönem"in ilk işaretleriyle karşılaşmak mümkün. "Yeni dönem", yani "Türk basını"nın bir "tümen" ya da "kolordu"nun arkasına takılalarak diline ve söylemine yeniden bir çeki düzen vermeye başladığı dönem... Sabah (9 Ekim) gazetesinin manşeti bu çerçevede iyi bir örnek: "Irak'ta Şahin Türk". Eğer manşet tek başına size bir şey ifade etmiyorsa, açalım: "ABD'nin kâbusu olan 'şeytan üçgeni'ne Türkiye'nin en deneyimli birlikleri gidiyor. Tugayın komutası Tümgeneral Şahintürk'te." Sabah yazıişlerinin "yaratıcılığı"nı nasıl buldunuz? Durun, acele etmeyin, daha işin başındayız... Bekleyin göreceksiniz, "Türk basını" sizi daha ne "kelime oyunları"yla tanıştıracak! Öyle bir yazıişleri ki, kafasını tamamen "Şahintürk"ten "Şahin" bir "Türk" yaratma işine takdığından, "ABD'nin kâbusu" olarak sunulan "şeytan üçgeni"nin "Türkiye'nin en deneyimli birlikleri"ne de aynı etkiyi yapıp yapmayacağı sorusunu aklına bile getirmiyor... Söz madem "manşetler"den açıldı, benzer bir örnek daha verelim: Yeni Şafak'ın (9 Ekim) manşeti de şöyleydi: "KUZEY IRAK'TA mehmetçik paniği". Yani şöyle bir şey: "Meclis'in hükümete Irak'a asker gönderme izni veren kararı, Kuzey Irak'taki Kürt gruplar arasında paniğe neden oldu. Bu grupların temsilcileri Türk askerine karşı ABD'den teminat almaya çalışıyor." Oysa bizim Kronik Medya olarak düşüncemiz şu yönde: "Türk basını" herşeyden önce, dünyada varolan askeri birlikler içinde artık hiçbirinin -eğer imkan bulup gerekli donanıma sahip olmuşsa- bir diğerinden daha az ya da daha çok "güçlü" olmadığını anlamalı ve öyle konuşmalıdır. "Süngü tak!" komutunun adına "Ordu" dediğimiz kuruluşların işlerini görmesinde (yani savaşmalarında) artık bir hükmü kalmadığına göre, Irak'a ilişkin olarak da, "Mehmetçik"in haklı olarak zihinlere yer etmiş imajı istismar edilmemelidir. Yüksek teknolojinin ürünü olan silahlar artık ister Kürdün, Arabın, Amerikalının isterse İsraillinin, Polonyalının, Pakistanlının ve tabii bu arada Türkün eline geçsin, askeri birlikleri benzer derecede "güçlü" ya da daha açıkcası daha "öldürücü" kılmaktadır... Dolayısıyla, bu konuda tamamen umutsuz olsak da, "tezkere" uygulanmaya konur ve bir "tümen" ya da bir "kolordu" Irak'ın yolunu tutarsa, "Türk basını"nın bu seferi "varlık nedeni" olan ilkeler ve değerler çerçevesinde aktarmasını diliyoruz. Ondan "duygusuz" olmasını isteyen yok tabii... Ondan istediğimiz "duygulu" ama aynı zamanda "gerçekçi" olmasını bilmesi... Kendisine devletin, hükümetin ya da şu veya bu kurumun "ideolojik aygıtı" olmak gibi bir rol ve işlev biçmekten kaçınması... (K.B.)
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |