AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
||
|
|
Eğer İstanbul Emniyet Müdürü, cinayet ve olay yeri inceleme bürolarınının son yıllarda kaydettikleri gurur verici başarıları şık bir yazı dizisine dönüştürmek amacıyla kendisine başvuran iki Yeni Şafak muhabirine gözü kapalı "hayır" cevabını veriyorsa, bu donuk yaklaşımla polis-medya ilişkilerinde nasıl yapıcı bir işbirliğine doğru gidilecektir?
Cinayet masası büro amirlikleri ve olay yeri inceleme şube müdürlüklerinin, son yıllarda Türk polis teşkilâtının genel hizmet kalitesinin ne denli üzerine çıktığı, medyada bu alanı gözlemleyen pek çok meslektaşın (bu arada da ilgili suçlardan canı yanmış sokaktaki insanın) zaten malûmuydu. Ancak, bundan bir kaç ay önce İstanbul-Maslak'ta katledilmiş bir hayat kadınının olay yeri soruşturmasını bizzat kendi gözlerimle izlemem, bu konudaki olumlu kanaatimi tam anlamıyla pekiştirecekti. Her biri son derece iyi eğitim almış, gencecik, idealist bir dedektif grubunun, bıçakla delik deşik edilip otoban kenarına bırakılmış sahipsiz bir bedenin katil zanlısını ortaya çıkarabilmek amacıyla yoğun trafiği nasıl tereddütsüz biçimde durdurduklarını, olay yerinde ne denli titiz bir araştırmaya giriştiklerini, yerdeki en küçük bir kanıt parçacığını dahi (buna her türlü çer-çöp ve o bölgede çok yaygın olan otoban fuhuşunun simgesi eski prezervatifler de dahil!) nasıl sabırla topladıklarını ve en nihayet -belki katilin parmak izleri bulunabilir düşüncesiyle- yol kenarındaki metal bariyerleri motorlu testereyle tek tek kesip sağlıklı bir inceleme yapabilmek için kamyonete yükleyip merkeze nasıl taşıdıklarını gönlüm coşarak izledim. Özlediğimiz, görmek istediğimiz Türk polisi işte buydu. Hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsun hiç bir ayrım yapmadan, vahşice katledilmiş bir yurttaşları için en modern iz sürme tekniklerini sonuna dek uygulayan bu insanlar, aynı zamanda kutsal kitaplardaki en temel ilahî emirlerden birinin, "Öldürmeyeceksin!" emrinin de takipçisiydiler. Onlar, akan kanı yerde koymamak için uğraşan, bu gayretleriyle de kamu vicdanını rahatlatan güzel insanlardı. Bu gibi iyi niyetli duygularla kafamda ansızın yanan bir haber ampûlünü, gazetemdeki servis arkadaşım, polis ve istihbarat haberleri uzmanı (aynı zamanda da Türk polisiye edebiyatının yükselen yıldızı) Ferhat Ünlü'ye aktardım. Emniyet teşkilâtımızın kimi birimlerinde kendisini her geçen gün giderek daha fazla hissettiren bu kalite yükselişini ve dinamizmi en az 5-6 gün sürecek keyifli bir yazı dizisiyle okurlarımıza aktaracaktık. Bu, polis-yurttaş ilişkilerinde nahoş olaylar gözlemlediğimizde en sert şekilde kamuoyuna yansıtan bizler için aynı zamanda bir "namus borcu"ydu çünkü. Daha ilk günden, Ünlü ile ortaklaşa hazırlayacağımız bu yazı dizisinin adını bile koymuştuk: "Türk Colombo'ları!" Bu amaçla, İstanbul Emniyeti'nin çeşitli birimlerinden farklı düzeylerdeki yetkililerle ilk temaslarımızı kurduk. Hepsi de bu projemizden son derece memnun olmuştu. İlgilendiğimiz iki servisin -Olay Yeri İnceleme ve Cinayet Masası- tüm arşivlerini, aynı zamanda da bünyelerinde görev yapan dedektiflerin zengin hatıra ve deneyimlerini yasal sınırlar elverdiğince bizlere açmaya söz verdiler. Ancak, "küçük" bir sorun sözkonusuydu: İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerrah'ın onayı... Prosedüre harfiyen uyduk ve hazırlamayı düşündüğümüz bu yazı dizisi için İstanbul Valiliği üzerinden resmî başvurumuzu yaptık. Bu arada daha alt düzeydeki polis şeflerinin iyi niyeti ve dostâne yaklaşımı sayesinde, iznimizin resmî karşılığı henüz elimize ulaşmadan, vakit kaybetmemek için Emniyet'in çeşitli birimlerinde ön çalışmalarımızı yapma fırsatı da buluyorduk. Bir sürü çalışkan ve yapıcı karakterde insanla, nice isimsiz kahramanlarla tanıştık o bir kaç gün boyunca... Ve günlerden bir gün, başvurumuzdan belki bir hafta kadar sonra, Emniyet'in basın ve halkla ilişkiler bölümünden gelen bir telefonla, taşıdığımız bu iyi niyetin "buz devlet" modelinde çok da fazla para etmediğini bir kez daha en acı şekliyle öğrenmiş olduk: Arayan memur, "Sayın Müdürüm Cerrah Bey haber çalışmanızı uygun görmedi" diyordu mahçup bir sesle. Nedenini sorduğumuzda ise "Kendisi, prensip olarak hiç bir medya organına bu tür izinler vermiyor" cevabını alıyorduk bu kez. Son on yılda yurt içinde ve dışında en az bir kaç yüz polis haberi yapmış olan ortağım, "İnanamıyorum böyle bir şeye" diyerek Sayın Cerrah'ı bizzat aradığında aldığı cevap da buna çok yakın oldu. "Hazzetmiyorum ben böyle şeylerden, siz gazeteciler bu tür yazı dizilerinde polisin yöntemlerini deşifre ediyorsunuz!" Bir emniyet müdüründen duyulabilecek en garip gerekçeyle karşı karşıyaydık. Çünkü bizim hedef noktamızda yalnızca sonu başarıyla biten gerçek polis öyküleri vardı ve hangi bilginin deşifre edilmeye uygun, hangisinin ise uygun olmadığına karar verme inisiyatifi de yine bize bu bilgileri resmî kanallardan verecek olan polislerdeydi. Türk medyasının geneli gibi bizler de Sayın Cerrah'ın medyaya bakış tarzını bu olayın yaşandığı tarihlerde yeterince bilmiyorduk. Gerçi kendisinin "medya algısı"na ilişkin kimi tatsız bilgiler ulaşmıştı, ancak doğrusu ya bunlara prim vermek pek de içimizden gelmiyordu. Buna karşılık, ilerleyen günlerde İstanbul'da yaşanan bombalı terör eylemleri, Müdür Bey'in tarzını tartışma götürmeyecek bir biçimde deşifre etti. Boyu Türkiye'yi çok aşan karmaşık bir eylem dizisinin ardından olayların faturasını neredeyse tek başına Türk medyasına çıkartmaya kalkan akıl almaz bir yaklaşım, polis cenazeleri önünde yapılan medyaya karşı nefret dolu, tahrikkâr konuşmalar ve sonrasında bundan daha beter bir yalpalama sergileyip "Öyle dememiştim, böyle demiştim" biçiminde u-dönüşleri... Bugün dünyanın bütün demokratik ülkelerindeki emniyet teşkilâtı yapılanmalarında, medyaya hızlı ve sağlıklı bilgi aktarmak, gazetecilerle işbirliği yapmak öncelikli bir görevdir. Çünkü bu vesileyle emniyet güçlerinin kamuoyu nezdindeki soğuk ve sevimsiz imajı da adım adım toplumsal hafızadan silinmektedir. Batılı polis sendikaları bu amaçla "imaj-maker"lar görevlendirir, sinema ve televizyon filmi yapımcılarına emniyet birimlerinin sahip oldukları binaları, silahları, otomobilleri, her türlü teknik araç-gereci (bu arada da yaşanmış ilginç suç öykülerini) filmlerinde kullanmaları için kapılarını sonuna dek açar. Aynı şekilde, polisiye roman yazarları da her zaman için el üstünde tutulan, "pozitif imaja ciddi katkıları olan" saygın birer konuk muamelesi görürler. Naçizâne, görevim gereği şimdiye dek bir iki düzine batı ülkesine gittiğim ve oralarda film ve fotoğraf çekimi yapmak için sürekli yerel polisle temas halinde bulunduğum için işkembe-i kübradan uydurmadığımı, bu savlarımı bizzat yaşayarak gözlemlediğimi de altını çizerek belirtmek isterim. Ziyaret ettiğim hiç bir Avrupalı emniyet teşkilâtında medya mensuplarına karşı bu denli mesafeli bir tutum takınan, "haberci"ye böylesine katı bir önyargıyla yaklaşan bir polis mantığıyla karşılaşmadım. Çünkü her an profesyonel düşünen ve aynı profesyonellikte çalışan Batılı polis örgütleri, sinemacı ve habercilerle yapılacak bu tür işbirliklerinin polisin motivasyonu açısından ne denli büyük önemi olduğunu gayet iyi bilirler. Görevleri bütün gün Almanya otobanlarında volta atıp trafik kazalarına müdahale etmek olan iki devriye polisinden "Kobra Takibi" adlı soluk kesici televizyon dizisini çıkartan ve bunu da bütün dünya televizyonlarına sattıran zekâ, Alman polis teşkilâtının ortak zekâsıdır. Bu sayededir ki halen dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca insan -gerçekte son derece sıkıcı bir görev üstlendikleri kuşku götürmez olan- bu iki polisin serüvenlerini şaşkınlık nidâları eşliğinde izliyorlar. Şimdiye dek Türkiye'de bu çapta bir kriminal dizinin yapılamamış olması ise herhalde salt sinemacıların ya da gazetecilerin kabahati değildir. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük aksiyon filmleri yıldızı Cüneyt Arkın'ı bile yıllarca namlusu kapalı oyuncak bir silahla "Komiser Cemil" rolünü üstlenmek zorunda bırakan bu çağdışı, köhnemiş, ürkek zinniyet artık yerini çağdaş PR yöntemlerine bırakmalı, "buz devlet" modelinden elinin altındaki bu büyük medya ve sinema gücünü halk ile güvenlik kurumlarını birbirine yaklaştırmakta kullanan "akıllı devlet" modeline geçilmelidir. Velhasıl dostlar, sözün özü, Amerikan ordusunun "Black Hawk Down" ya da "Tears of the Sun" gibi savaş filmleri için uçak gemilerini, "Kara Şahin" helikopterlerini sinemacılara karşılıksız tahsis ettikleri, "Air Force One" filmi için ABD başkanının özel uçağını sinemacıların teknik incelemesine açtıkları bir çağda, Ferhat Ünlü ve ben, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden "Türk polis dedektiflerine duyulan saygı ve güveni tazeleyecek dostane bir yazı dizisi" için araştırma izni alamadık. Bu ülke, gazeteci olarak bizleri işte bu yüzden çok yoruyor... SADDAM'IN YAKALANMASININ SİYASAL ETKİLERİ Erdoğan neyi sembolize ediyor?
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |