AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Cumhuriyet yazarı: İktidarda düşman var, muhalefet yapmayın!

3 Kasım seçimlerinden bu yana, yeri geldikçe tekrarlıyoruz: Türkiye'de AK Parti iktidarıyla sorunu olanlar ikiye ayrılıyor. Birinci grupta, bu partinin temsil ettiği değerlere ve bu değerler doğrultusunda oluşturduğu siyasete esasen karşı olan muhalifler yer alıyor. Bu grupta yer alanlar, iktidarın her uygulamasını ayrı ayrı değerlendirmek, "iyiye iyi, kötüye kötü" demek gerektiğini savunuyor. Bildiğimiz türden bir "muhalefet" yani…

İkinci grupta ise iktidara karşı pozisyonlarını "muhalefet" diye adlandıramayacağımız kişi ve kurumlar yer alıyor. Çünkü bu kişi ve kurumlar, iktidardaki partiyi "biz"den saymıyor, iktidarı "biz"im dışımızda, "düşman", "işgalci" olarak kodluyor, bunun doğal bir uzantısı olarak da "imha" edilmesi gerektiğini savunuyor. İktidarı eleştirmek (muhalefet etmek), bu kişi ve kurumların bakış açısından söylüyoruz, doğru bir şey değildir. Çünkü muhalefet "biz"den olana karşı yapılır ve bu özelliğiyle muhalefet edileni meşrulaştırıcı bir özellik taşır. Ülkeyi işgal etmiş düşman güçlerini eleştirmek, onun icraatının "doğru" ve "yanlış" yönlerini belirtmek nasıl düşünülemezse, bu iktidarın doğru ve yanlışlarını belirtmek de düşünülemez.

"Kahrolsun"dan ibaret yazı

Kronik Medya okurları, Cumhuriyet gazetesinin yayın çizgisinin böyle bir "düşman" tanımlamasına göre kurgulandığı iddiasında olduğumuzu biliyor; bunu bugüne kadar sayısız örnekle göstermeye çalıştık. Fakat sözünü ettiğimiz tanımlama gazetede açıkça hiçbir şekilde dile getirilmemişti; ta ki gazetenin en eski yazarlarından Oktay Akbal'ın yazısına kadar… Akbal, "Evet / Hayır" köşesinde (Bizce köşe adı olarak "Hayır" daha münasip) "'Kartaca' Yıkılacaktır" başlığı altında bakın neler yazdı:

"Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: 'Kartaca yıkılmalıdır.' Roma'nın büyük düşmanı Kartaca'ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı.

"Biz de 'AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye'nin hiçbir sorunu çözülemez' diyenlerdeniz. Şu bu, o öteki, evet binbir olay var, binbir çıkmaz var. (…) Bakıyorum çoğu arkadaşlar gündelik birtakım olayları yorumluyorlar, eleştiriyorlar. O düzelse, bu değişse, bilmem hangi sorun çözülse ya da çözülmese!.. Ne değişecek, ne yarar gelecek?.. İpleri takmışlar, istedikleri yere yönlendiriyorlar toplumu… Çalarsaat çalıyor; yurtseverler seslerini yükseltiyor, uyanalım, onunla bununla uğraşıp vakit öldürmeyelim, şeriatçı kafaları iyi niyetlerle yorumlamaya kalkışıp kendimizi de, başkalarını da kandırmayalım!.."

Meseleyi bu kadar açık bir şekilde ortaya koyduğu için, teşekkür borçluyuz Akbal'a. Ama hatırlatalım: Böyle bir pozisyon, bir yazarın bütün yazılarını tek bir kelimeyle sınırlar: "Kahrolsun…" Akbal'ın yazılarının çıktığı sayfa da aşağı yukarı bu tek kelimeden ibaret yazılarla dolup taşıyor zaten. (A.G.)


Olimpiyat Stadı 'tel örgüsüz' çıktı!

Sahalardaki tel örgülerin kaldırılması üzerine cereyan eden yüksek dozlu tartışmanın, Galatasaray'ın Olimpiyat Stadı'nda yaptığı iki maçın televizyonlar tarafından yayımlanmasına denk gelmesi, eminiz sizde de bir "dumur" durumu yaratmıştır…

Diyelim, tartışmanın, "Kaldırılırsa kan gövdeyi götürür"cü kanadından bir yorumcunun, "Denizli istisnası"nı, "seyircisi çok özel, üstelik şehir küçük, takım da öyle; büyük takım sahalarına uymaz" diye temellendirip "Trabzon olayı"na karşı çıkışını okuyorsunuz gazeteden ve bir taraftan da Galatasaray'ın maçını izliyorsunuz televizyondan. Tel örgü falan göremeyince de "herhalde stad büyük, çekimler uzaktan yapılıyor, algılayamıyorum" deyip geçiyorsunuz…

Ya da diyelim, "Kaldırılsın, hiçbir şey olmaz, tel örgü demek insana hayvan muamelesi yapmaktır, onun arkasından maç izleyenler çıldırıp saldırganlaşıyor"cu yorumcuların "tek istisna" Denizli Stadı'nı şahit göstermesini ("Bakın, hiçbir şey olmadı") okuyorsunuz gazeteden ve bir taraftan da Galatasaray'ın maçını izliyorsunuz televizyondan… Gene aynı duygu: Demek ki Olimpiyat Stadı'da tel örgü var da ben göremiyorum…

Fatih Altaylı'nın yazısını (Hürriyet, 16 Ağustos) okuyana kadar her iki kanattan yorumcunun "tek istisna Denizli Stadı" üzerine yazdıklarına inanmaya ve gözlerimizin Olimpiyat Stadı konusunda bizi yanılttığını kabul etmeye devam ettik. Altaylı'nın yazısını okuyunca da ne yapacağımızı bilemedik. Aynen şöyle diyordu:

"Statlarda sahayı tribünlerden ayıran tel örgü tartışmalarını yapanlar, Galatasaray'ın yaptığını görmezden geliyorlar… Galatasaray hiç şov yapmadan, Olimpiyat Stadı'nda tribünleri sahadan ayırmak için tel örgü koydurmadı ve burada oynadığı iki maçını da tel örgüsüz oynadı. Ve tek bir kişi bile 'çılgınlık' yapmadı. Ne yazık ki bunu kimse yazmadı, göstermedi."

Demek ki "tel örgüsüz statlarda maç" tartışması zaten "tel örgüsüz" olan statları kapsamıyormuş… Bizim aklımıza başka hiçbir şey gelmiyor. (A.G.)


Türk basınının 'akıl hastanesi' merakı

Ülkemizde basının okurlarını bilgilendirmek amacıyla sıkça ziyaret ettiği yerlerden biri de "akıl hastaneleri"

"Türk basını" bu hastaneleri niçin bu kadar çok merak eder, bu mekanlarda olup biteni okurlarına aktarmayı niçin görev bilir, anlamak mümkün değil.

"Aklından zoru olduğundan" mı acaba?!

Sabah'ta Savaş Ay'ın kaleminden çıkan "Manisa Akıl Hastanesi Günlüğü" başlıklı diziyle karşılaşınca kendimize yine bu soruları sorduk. Bunca emek, bunca masraf, niçin? Sabah okurları "Manisa"da yatan "deliler"in bir ikisini tanıyacaklar da ne olacak?

Ayrıca unutmayalım ki, "deli meli" de olsa burada yatan hastaların da, diğer hastanelerde yatanlar gibi birer "özel hayat"ı var. Diğer hastalar gibi onların hikayeleri de, tabii ki, gazete haberleriyle afişe edilemez...

Savaş Ay'ın hazırladığı dizide yer alan bir fotoğraf ve "resimaltı" ise, Türkiye'de hastane yetkililerinin ve basının "deliler"i adam yerine koymadıklarının iyi bir delili. Fotoğraf, birkaç yıl önce hemen herkesin basın yoluyla tanıdığı "Çivici" lakaplı "deli"ye ait. Hasta, bakışlarını bir yere sabitlemiş olarak yatağında yatıyor. "Resimaltı" ise şöyle:

"Ürperten bakışlar/ 'Gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu, ağlardım' diyordu şiirde, işte çivici katilin gözlerine bakınca şiire inat hallere geldim ben de. Ürperdim, darlandım, fena oldum aniden..."

Siz söyleyin; basının akıl hastanesine girerek böyle "edebiyat parçalamasına" hakkı var mı? Hadi diyelim ki "çivici" bir "deli"dir ve ne yapsa yeridir... Peki ya onu hasta yatağında görüntüleyip anlamlı "resimaltı" döktürenler? Onlar nedir? (K.B)


'Değişimi anlamayan angutlar!'

Hasan Cemal, 15 Ağustos'ta "(...) Yaptıklarına bakınca, Tayyip Erdoğan'ın bugün için artık değiştiğine hükmetmek artık daha doğru ve haklı bir tespittir" diye yazdı.

Dünden Bugüne Tercüman yazarı Nazlı Ilıcak ile Cumhuriyet yazarı Cüneyt Arcayürek, 16 Ağustos'ta gazetelerinde Cemal'in bu tavrını değerlendirdi. Tahmin etmişsinizdir: Ilıcak memnun, Arcayürek gayri memnundu.

Onların değerlendirmelerinin çıktığı gün Hasan Cemal bu kez "Değişimi anlamayan angutlar" başlıklı, daha da fazla ses getirecek bir başka yazı kaleme aldı. Cemal, "Komünizmin marjinalleştiği", "İrticanın gerçek bir tehlike olmadığının anlaşılmaya başladığı", "Kürt milliyetçilerinin, kanlı bir çıkmazda olduklarını gördükleri", devletin çekirdeğinin de "huzurun ancak daha fazla demokrasiyle mümkün olduğunu farkettiği" tespitlerinden sonra sözü "hâlâ fark edemeyenler"e gitirip yazısını şöyle bitiriyor:

"Erbakan Hoca saflarında Tayyip Erdoğan'ı dönek ve Amerikan işbirlikçisi ilan edenler gibi... Kızılelma koalisyonu oluşturan, Türkiye'de çok partili rejime geçişi ve Avrupa Birliği'ni karşı devrimcilik sayabilen bazı Kemalistler ile sağ ve sol uçtaki şoven milliyetçiler gibi... Hâlâ zor ve şiddetten medet uman bazı Kürtçüler gibi...

"Yani Çetin Altan'ın deyişiyle değişimi anlamayan, yıllardır algılayamayan, dünyanın nereye gittiğine akıl erdiremeyen angutlar... Geçelim onları. Kendi hallerine bırakalım.

"Türkiye değişiyor, rahatlıyor. Kolay bir süreç değil ama oluyor işte. Gerçek demokrasiyi ortak platform olarak benimseyen Türkiye kendine yeni bir elbise dikmeye başlamış durumda..." (A.G.)


Türkeş "evliya" olma yolunda mı?

Kronik Medya'ya ulaşan bir okur mejajı şöyle:

"Gazetenizde 'Türkeş'in Gizli Dünyası' başlığıyla yayımlanan dizinin amacı, hemen herkesin hakkında iyi-kötü bir fikir sahibi olduğu Alparslan Türkeş'i 'evliya' mertebesine yükseltmeye çalışmak olmasın!"

Hemen söyleyelim ki, bu mesaj tek değil; benzer içerikte başka mesajlar da aldık.

Ve işte cevabımız: Bu sorunun muhatabı biz değiliz! (K.B)


Kime güveneceğimizi şaşırdık...

Hürriyet'ten Erkan Kumcu, basında günlerdir yer alan haberlerden edindiğimiz bir bilgiyi alt üst ediyor:

"Gazetelerde yazdığı gibi, İmar Bankası'nın Hazine Bonosu alıp satma yetkileri elinden alınmamıştı. Herkes gibi, İmar Bankası'da istediği kişi ya da kuruluştan Hazine Bonosu alabilir ve istediğine satabilirdi.

Dolayısıyla sahtecilik olayı yetkisiz bir işlemde yapılmamıştır. Sahte Hazine Bonosu basılmıştır. Ortada 'yetkisi olmayan bir konuda reklam vermez' gibi bir durum yoktur." (15 Ağustos)

Görüyorsunuz, inanılır gibi değil... "İnanılır gibi olmayan" Kumcu'nun verdiği bilgiler değil tabiî ki. İnanılır gibi olmayan, gazetelerin günlerce (ve hâlâ!) İmar Bankası'nın Hazine Bonoları'nı alıp satmada çoktandır yetkisiz kılındığını yazmaları değil mi?

Doğrusu hangi bilgiye güveneceğimize biz de şaşırdık... (K.B)


Sezai Şengün de böyle düşünüyor...

Star yazarlarından Sezai Şengün'ün "Star olmasaydı..." başlıklı yazısından:

"Kısacası, 'cumhuriyet basını' can çekişirken, 'mütareke basını' hortladı... Cumhuriyete karşı saldırılara karşı duracak en etkili tek kale, basın adına elinizdeki bu gazete kaldı. Çünkü devlet kadrolarının mollalar tarafından ele geçirilmesi yalnızca bu gazetede yer bulabiliyor. Kapalı kapılar arkasında yapılan ihanet planlarını ancak bu gazeteden öğrenebiliyorsunuz. Var mı başka seçeneğiniz?" (!)

Gülmeyin... Ne yapalım, Sezai Şengün de böylü düşünüyor.... (K.B)


"Felaket manşetleri"

Biliyorsunuz, ülkemizde gazetelerin önemli işlevlerinden birisi de, halk arasında "panik" yaratmaya çalışmaktır...

Gazeteler bu işlevi yerine getirmek için hemen her fırsatı kullanır.

Mesela, manşet sıkıntısı çekildiği bir gün "Peynirler ölüm saçıyor, tüketiciler dikkat etmeli" manşetiyle karşılaşabilirsiniz. Ya da ne diyelim, mesela "Rakı ölümlerine dikkat!" haberleri...

Okurlar bu "felâket manşetleri" karşısında tamamen çaresizdir... "Halk" ne yapabilir ki? Marketlerdeki peynir ve rakının ölüm saçıp saçmadığını nasıl araştırabilir ki?

Gazetelerin sıkça kullandıkları "felâket" ya da "panik" haberleri içinde "hava durumu"da önemli bir yer işgal ediyor. Şunları da hatırlıyorsunuzdur: "Öldürücü soğuklar kapıda" ya da "Kavurucu sıcaklar göz açtırmıyor"...

İzmir'den Yeni Asır gazetesinin 15 Ağustos tarihli sayısı da yine benzer bir manşetle yayınlandı. Sizi bilmeyiz ama biz, "felaket manşetleri" serisini bu derece tavana vurduran bir manşet ile bugüne kadar karşılaşmamıştık... İşte söz konusu manşet:

"Dikkat! Yarın Ege'ye geliyor/ 5 bin kişinin katiline karşı hazır mısınız?" (K.B)


17 Ağustos 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED