|
|
Nazarî Tasavvuf eğilim işi değil, eğitim işidir!
-Tasavvuf gönül işidir, hâl ehlinin meslekidir, kal ehlinin değil... Zühd ü takva ehlinin seyr ü süluku anlatılamaz, anlatılsa bile yaşanmadıkça anlaşılamaz... Yaşamak gerek, görmek gerek, okumakla bilinemez! İbadet ve taata devam etmeli, zikr ile kalbi arındırmalı... Satıra değil, sadıra bakılmalı... Bu ve benzeri açıklamalar doğru, ancak bir yere kadar doğru, üstelik sadece amelî tasavvuftan sözedildiği takdirde doğru... Mâlum â, bir de nazarî tasavvuf var... Sadece amel tarikiyle kavranması mümkün olamayacak bir cihetten sözetmeye çalışıyorum... Istılahları olan, mantık, kelâm ve felsefe bilmeyi gerekli kılan bir cihetten... Şeyh-i Ekber hazretleri bile eserlerinde zaman zaman manevî tecrübelerini aktardıktan sonra sözü keser ve "Şimdi maksadımızı hikmet (felsefe) lisanıyla açıklayalım" deyip ancak bu ıstılahâta vâkıf olanların takip eyleyebileceği sahalara intikal eder. Eslaf ve ecdad manevî tecrübelerini, ilhamât ve keşfiyâtını sadece sözlü sohbet yoluyla, sadece hâl ile anlatsalardı, hiç kuşkusuz ki bunca âsar meydana gelmez idi. İrşadın amelî ciheti olduğu kadar, nazarî ciheti de var; zira amelleri düzeltilmesi icab edenler kadar, nazarları düzeltilmesi lüzum edenler de var. Bilhassa II. Meşrutiyetten sonra İbn Arabî ve Vahdet-i Vücud hakkında neşredilen eserlerin sayısındaki artış, elbette sadece müteşerria ile yürütülen dahilî tartışmaların veya tasavvufun terakkîye mâni olduğu yolundaki iddiaların cevaplandırılmasıyla alâkalı değildi. Devrin erbabı Avrupa'daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar ve genellikle avâmın "panteizm" veya "pananteizm" adıyla tanıdıkları varoluşçu cereyanlar ile İslâm hikmet ve irfanı arasındaki iltibaslardan rahatsız oluyorlardı. Sütlüce Dergâhı Postnişini Elif Efendi'nin Vahdet-i Vücud'a dair risalesi kadar —ki bir küçük Türkçe terceme ve şerhten ibarettir—, bir "Darwinizm reddiyesi" kaleme alması da boşuna değildi. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yazılan tasavvufî ve felsefî metinlerin çoğunda sık sık "Vücudiye" mezhebine atıf yapılması ve bu yeni cereyanın "Vahdet-i Vücud" nazariyesi ile karıştırılmaması gerektiğinin ısrarla altının çizilmesi, nazarî tasavvuf ehlinin önce 'mevcudiyeti', sonra 'hassasiyeti' ile alâkalıydı. Keşf ve ilhama dayanan bir kavrama biçiminin (tasavvufun) akılla arası iyi değildir ve gayet tabiidir de... Ancak bu nizâ cühelanın elinde —Said-i Nursî'nin tabiriyle— hakikate inkilab edip hurafâta kapı açıyor. Çünkü nâdanın akla karşı çıkması, aklî ve nazarî olanı kavrama noksanlığından ileri gelirken, ehl-i aşkın itirazı daha yukarısına işaret etmek arzusundan kaynaklanır. Başka bir deyişle nâdanın akıl eleştirisi —ister vahiy, ister ilham adına olsun— aşağıdan yukarıya yapılırken, mutasavvıfanın eleştirisi yukarıdan aşağıyadır. Bir taraf elde edemediği, anlamadığı, anlayamadığı için, diğer taraf ise gayet iyi anladığı, elde ettiği ve tabiatıyla elde ettiğini terkettiği için aklı olumsuzlamaktadır. Bu ince ayrım gözden kaçtığında aşk adına, amel ve taat adına nazarî olanın, aklî olanın küçümsenmesi bir marifet addedilmekte, bu hodbinlik erbabını incitirken, münevver kılığındaki vâiz sınıfına sermaye teşkil etmektedir. Sıklıkla yaptığım üçlü tasnif yoluyla maksadımı açık kılmaya çalışayım: Bilgiç (ukalâ = hissiyât ve malumât ehli)
Dikkat edileceği üzre aklın ve ilmin mukabilinde iki taraf var. Ancak mukabiliyet cihetleri farklı: alttakiler (ehl-i malumât) ve üsttekiler (ehl-i irfan)... Kelâmcılarla mutasavvıfa arasındaki nizâ bu bakımdan usûle mebnidir ve çatışma nazarî mahiyet taşımaktadır; tıpkı mukabilleri olan Meşşaîler (Aristocular-Tabiiyyûn) ile İşrakîler (Platoncular-Riyaziyyûn) arasındaki nizâ gibi. Bu nizâ —lütfen dikkat edilsin!— sıradan bir derviş ile bir hoca ya da vâiz arasındaki tartışmadan çok farklıdır. Talipler ancak Fazlurrahman ile Seyyid Hüseyin Nasr arasındaki gerilimden yola çıkarak taraf olmaya çalışıyorlar. Taraflar yok, eğilimler var da ondan. Oysa nazarî meseleler 'eğilim' ile değil, 'eğitim' ile hallolabilecek umurdandır. Bugün tasavvuf amelî cihetiyle yaşıyor; bağlıları var; şeyh efendiler var, müridler var. Sohbetler ve zikirler vasıtasıyla sözlü gelenek kısmen bu ortamlarda sürdürülüyor. Peki ya nazarî tarafı? Ne yazık ki tasavvuf edebiyatımızı son elli yıldır nazarî cihetiyle temsil edecek mümessillere sahip değiliz. Müridân için yazılmış nasihatler... ahlâkı tasfiyeye dair öğütler... dualar... vs. Tekke kültüründeki inhitâtın medrese kültürümüzün tefessühüyle ne kadar alâkalı olduğunu erbabı iyi bilir. Nitekim Hanya Mevlevîhanesinin kütüphane kayıtlarına bakılmadıkça, bugün Üsküdar Mevlevîhanesinde yaşanmakta olan rezillikleri nasıl açıklayabiliriz ki? Demem o ki, yen yırtılınca kırılan kolu saklamaya çalışmanın bir mânâsı olmaz!
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |