|
|
Bu haftanın ikinci yarısında gazeteleri en fazla meşgul eden konuların başında "dini ahlak-laik ahlak" tartışması geliyordu. TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'nun raporunda yer alan bir ifade ("Yolsuzluk, dînî olmaktan çok laik ahlakla ilişkili bir sorundur.") yazıişlerini olduğu kadar köşe yazarlarını da hemen harekete geçirdi. Söz konusu ifade kimi gazetelerce "yolsuzluğun faturası laik ahlaka çıktı" gibi başlıklarla birinci sayfaya taşınırken, Radikal'den İsmet Berkan, Haluk Şahin, Türker Alkan, Hürriyet'ten Oktay Ekşi, Bekir Coşun, Yeni Şafak'tan Fehmi Koru, Sadık Albayrak ve Ahmet Taşgetiren gibi köşe yazarları da farklı açılardan konuyu gözden geçirdiler. Bu arada, söz konusu köşeyazarları arasında ufak çapta polemiklerin yaşandığını da hatırlatalım. Mesela, Radikal'den, İsmet Berkan, "Felsefesiz ülkede ibretlik tartışma" (9 Ağustos Cuma) başlıklı yazısında, bir gün önce "Lâik ahlak biraz tuhaf kaçan bir kavram, kulağı tırmalıyor. (...) Ahlâkın temelinde, 'din' olmak zorunda ve 'ahlâk ile 'etik' farklılığı bunu ifade ediyor" diyen Fehmi Koru'yu şöyle değerlendiriyordu: "Hele bir tanesi, sözü Türkiye'deki ahlak-etik ayrımına getiriyor ve 'ahlak'ın din kaynaklı, buna karşılık 'etik'in din dışı kökenli olduğunu söylüyordu ki, gülsem mi ağlasam mı bilemedim." Yani sözün kısası, Türkiye'nin "uyum paketleri" ile filan henüz aşamadığı kadim bir tartışma ile yine karşı karşıyaydık... Biz Kronik Medya sayfasında bu tür tartışmalara doğrudan girmeyip, bu tartışmaları sadece "seyir" ve aktarmak ile yetindiğimizden, bu tartışmada da tarafların arasına girip ortaya yeni bir "taraf" çıkartmaktan bugün de uzak duracağız. Ancak yine de, Ahmet Taşgetiren'in haklı olmak "Bu tartışma, yani ahlakın kaynağı, din, vicdan, laik ahlak tartışması kolay kapanır ve tartışma değil; içinden dünya kadar soru çıkar" diyerek tarif ettiği bu "zor" meseleye ilişkin küçücük bir hatırlatma yapmadan da duramayacağız doğrusu! Filozof (kendisi bu sıfatı kabul etmiyordu ama olsun...) Hannah Arendt, bir dostumun mektubunda yönelttiği "ahlak" ile ilgili bir soruya ("Canım istese bile büyük anneni niçin öldürmemeliyim?" üç farklı şekilde cevap verilebileceğini söylüyordu: 1) Dini açıdan (Çünkü bu büyük günahı'nın cezasını öteki dünyada çekeceksin...) 2) En yaygın ve etkili açıdan, yani bir bakıma "ceza yasaları" açısından. (Çünkü bu ağır suçun cezasını çekeceksin...) 3) Felsefi açıdan (çünkü, hayatını artık "içindeki katil" ile birlikte geçireceksin...) Arendt'in köklerini Sokrates'e kadar götürdüğü üçüncü cevap, "Katil"in ne yaparsa yapsın "içindeki şahit"ten kurtulamayacağına işaret ediyordu. Dolayısıyla, "İçimizdeki şahit"in, yani "vicdan" ın varlığında, "mükemmel cinayet", yani "şahitsiz cinayet"ten söz edebilmek mümkün değildi... Şimdi dönelim yine TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'nun raporunda yer alan ifadenin gazetelere yansıma hikayesine: Aslında inanılır gibi değil; Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi dünkü yazısında bakın ne diyor: 'Raporda son olarak basını iki günden işgal eden bir "laik ahlak" meselesinin yer aldığını görüyorsunuz. "Yolsuzluk dini olmaktan çok laik ahlakla ilgili bir sorun' imiş. Yani dini ahlakı önde tutan toplumlarda böyle ahlaksızlık, yolsuzluk olmaz demeye getiriyor..." İnanılır gibi değil, çünkü Ekşi'nin başyazarlık yaptığı gazetenin bir gün önceki sayısında, bu sıcak ve nemli havalarda ortalığı karıştıran ifadenin hikayesi aslına uygun olarak o kadar güzel açıklanmıştı ki... Söz konusu Komisyon'un CHP'li üyelerinden birini "Burada kastedilen şey yolsuzlukların ancak laik sistemle yönetilen toplumlarda ortaya çıkarılabileceğidir" (!) dedirtecek kadar terorize eden, Komisyon'un AKP'li üyelerinin hiç mi hiç üzerlerine alınmadığı bu ifade besbelli ki, TÜSİAD'ın SAM'a (Sosyal Araştırmalar Merkezi) yaptırdığı ankette ortaya çıkan bir sonucun tamamen "yanlış anlaşılmasından" (bu ifade SAM Başkanı Cenap Nuhrat'a ait) ibaretmiş... Yani, gazetelerde farklı cephelerden yapılan atışların "maddi bir temeli" yokmuş... Şöyle ki: SAM'ın TÜSİAD için yaptığı araştırmada ...... yöneltilen "Yolsuzlukla mücadelede bu yöntemler etkili olur mu?" sorusunun altında bulunan seçeneklerden "Din büyüklerinin yolsuzluğa karşı çıkması" seçeneği, ancak % 36.1'lik bir oranla "Evet"lenmiş. Yani halkımız, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan'ın da belirttiği gibi, "Yolsuzlukla mücadelenin" dinle, ya da daha doğrusu "Din büyükleri"nin bu yoldaki tafsiye ve telkinlerle yakın bir ilişkisi olmadığına karar vermiş. Nitekim, SAM'ın araştırmasına dayanılarak kaleme alınan TÜSİAD raporunda da, varılan sonuç şöyle yorumlanmış: "Din büyüklerinin yolsuzluğa karşı tutum olmasına görece düşük bir etkililik düzeyi atfedilmesi de yolsuzluğun geniş çoğunluk tarafından dinsel değil, laik ahlak sorunu olarak algılandığını düşündürmektedir." Tamam, yalan değil; TÜSİAD'ın raporunda yer alan bu yorum da hepten "problemsiz", değil. Ama siz karar verin; bu satırların Komisyon raporuna "Son olarak, yolsuzluk dini olmaktan çok laik ahlakla ilişkili bir sorun olarak görülmektedir" şeklinde aktarılmasının nedeni "okuduğunu anlamamaktan" başka ne olabilir?! Yolsuzlukla mücadele konusunda TÜSİAD'ın raporunda yer alan şu tespit de çok yerinde: "Dinsel değil, kamusal alanda, somut önlemler alınarak" mücadele etmek. Doğru değil mi? Eğer bir toplum, "hukuk"u güçlendirmeden sadece "ahlak" (ne türden olursa olsun) merkezli "töre" ile korunuyorsa, "yolsuzluklarla" başedebilir mi? Neyse.... Bu "ahlak" tartışmasının, fazla bir ilerleme kaydedilmesede de, bir kez daha açılması belki yine de iyi oldu. Belki de böyle tartışa tartışa, "ahlak", "siyaset", "hukuk" gibi temel alanları birbirinden ayarıp, her birine teker teker hakkını vermeyi öğreneceğiz... (K.B)
Mahrum kalmayın... "Berlusconi değil de, İran'ın mollası, bir Körfez emiri ya da Kaddafi mi şahitlik yapsaydı? Öte yandan... Berlusconi, Avrupa'da popüler bir isim. Siyasetçiliğinin yanısıra Milan Kulübü'nün başkanı ve medya imparatoru. Renkli bir adam. Onun, İstanbul'da, Türkiye Başbakanı'nın oğluna nikah şahitliği yapması, İtalya ve Avrupa medyasında çok geniş yer alır. Türkiye için büyük propagandadır. Bütün bunlar iyi hoş da... gene içim pır pır ediyor. Ya bu harikulade tanıtım olanağını berbat edecek ve Türkiye'yi hiç layık olmadığı ve Türkiye'nin gerçeği olmayan görüntülerle dünyaya yansıtacak sahneler olursa?" Güneri Civaoğlu, Milliyet, 19 Ağustos
"Bir kez daha yineliyorum. Eğer Kuzey Irak'ta dışlanmayacağımız garanti edilir ve askerlerimiz bizim kumandanlarımızın emri altında kalırsa, Irak'a asker göndermeliyiz. Tüm yaşamı boyunca ABD emperya-lizmine karşı olan bana, bu satırları yazdıran koşullara yazıklar olsun..." Toktamış Ateş, Cumhuriyet, 19 Ağustos
'Şirket' aleyhine haber
gazetede; hadi hayırlısı…
Aşağıda okuyacağınız haber 5 Ağustos tarihli Hürriyet gazetesinde yayımlandı (sadece başlığı ve girişi veriyoruz): "DEMİR-HALK BANK'IN SATIŞINA SUÇ DUYURUSU… TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, el konulan bankalarla ilgili ilk suç duyurusunu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na yaptı. Suç duyurusunda, Hollanda'da bulunan Demir-Halk Bank'ın, Halit Cıngıllıoğlu ve Aydın Doğan tarafından yüzde 50 yüzde 50 ortaklıkla alınması olayının Bankalar Kanunu'na aykırı olduğu iddia edildi. Satışı gerçekleştiren BDDK üyeleri ile TMSF yöneticileri hakkında işlem yapılması istendi…" Hemen söyleyelim, öyle "yasak savma" kabilinden, sayfanın görünmeyecek bir yerlerine itelenen tek sütunluk bir haberden söz etmiyoruz; ekonomi sayfasının manşet haberi bu. Özetin özetiyle söyleyecek olursak, "Haber değeri varsa, bu gazete kendi aleyhine olan gelişmelere de yer verir" şeklindeki gülümseten klişenin ete kemiğe bürünmüş, klişe olmaktan çıkmış haliyle karşı karşıyayız… Aydın Doğan'ın, kendi gazetelerinin yönetimlerine bu yönde telkinlerde bulunduğunu, en son, Hürriyet'in kendi içinde yürüttüğü bir çalışmanın sunuşu vesilesiyle bunu bir kez daha deklare ettiğini biliyorduk. Ne var ki "patron"un telkinlerine rağmen gazetelerinde bu yönde bir "açılım"a rastlamamıştık bugüne dek. Umarız haberin bu ölçüde büyütülmesi bir "kararlılık gösterisi"dir ve devamı da gelir… İzleyeceğiz… (A.G.)
İki satırlı başlıklarda sorun var… Başlığın "kısa ve vurucu" olanının makbul sayılması, kendi başına itiraz edilecek bir şey değil… Fakat bu kabul, başlığın asıl işlevi olan "haberi özetlemesi"ni ikinci plana attığı ölçüde "kabul edilemez" bir hale geliyor… "Başlık kısa ve vurucu olmalı" prensibine bir de "ilginç olmalı" eklendikten sonra işlerin nasıl çığırından çıktığını hepimiz biliyoruz: Kısa, ilginç (hem de çok ilginç) ama haberden ayrı baş çeken başlıklar… Bunun karşısında, "Başlık gerekirse uzun olabilir, yeter ki haberi doğru dürüst anlatsın, yanlış anlamalara açık kapı bırakmasın, haberi çarpıtmasın" diyen başka bir ekol var. Bu ekolün en titiz uygulayıcısı, Zaman… Ama bütün gazeteler zaman zaman uzun, gerekirse iki satırlık başlıklar da kullanabiliyor. (Star'ın haberden sayılmayacak manşetlerinin yarım sayfaya ve 5-6 satıra kadar yayılabildiğini de biliyoruz.) Başlığımızda işaret ettiğimiz noktaya gelince: İki satırlı başlıklar, okurlar tarafından tek bir cümle olarak algılanıyor ve "bir nefeste" okunuyor. Böyle olması doğal: Çünkü iki satır aynı puntoyla diziliyor ve editörler de istisnalar dışında okurun, bu iki satırlık başlıkları tek bir cümle olarak algılamasını istiyor. Ama "istisnalar"da ortaya ciddi bir sorun çıkıyor… Mesela şöyle bir başlık: "Ek taşıt alım vergisi / yeni araba alanlar da ödeyecek…" Burada editor, aslında birinci satırı bir tür "üst başlık" gibi kurguluyor ama "normal"e alışan ve iki satırın da aynı puntoyla dizildiğini gören okur, başlığı "bozuk cümle" olarak algılıyor. Çünkü, haklı olarak bu başlığı "Ek taşıt alım vergisi: Yeni araba alanlar da ödeyecek" şeklinde değil, "Ek aşıt alım vergisi yeni araba alanlar da ödeyecek" diye okuyor… Zaman gazetesinin 7 Ağustos tarihli "Sivilleşme yolunda dev adım / Sezer, uyum paketini onayladı" manşeti, bunun tipik bir örneği… Sayfa editörü, okurun ilk satırı bir üst başlık gibi algılamasını ve manşetin tümünü "Sivilleşme yolunda dev adım: Sezer, uyum paketini onayladı" diye okumasını bekliyor. Oysa okurların büyük bölümünün manşeti "Sivilleşme yolunda dev adım Sezer, uyum paketini onayladı" diye okuduğu kesin… (A.G.)
Vatan'ın 'askerî ihalelerde yolsuzluk' haberleri… Hep söylüyoruz; Türkiye'de ordunun, toplumun kirine pasına bulaşmamış apayrı bir kategori oluşturduğu inancı, siyaset üzerindeki askeri vesayeti meşrulaştıran en temel noktalardan biri… Bu illüzyonun oluşmasında ordunun "kapalılığı" ve "kol kırılır yen içinde" ilkesinin yılar boyunca iyi işlemesinin yanısıra, medyanın bu alanı "kırmızı çizgiler"inin ötesinde sayıp, haber menzilinin dışında tutmasının da rolü var… Vatan gazetesinin, 8 ve 9 Ağustos günlerinde manşetten duyurduğu "Donanmada yolsuzluk" haberlerini sunarken kullandığı ifadeler, bu çerçevede epeyce anlamlı geldi bize. "Vatan olmasaydı" diyor gazete, "bu haberi acaba hangi gazete yayımlayacaktı… Halkın gerçekleri öğrenme hakkını bağımsız gazete Vatan garanti ediyor… İşte son örneği…" Vatan'ın haberleri, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı İhale Komisyonu'nun alımlarına ilişkin yürütülen ve iki yıl süren soruşturmanın sonuçlarını duyuruyor: "KUZEY DENİZ SAHA KOMUTANLIĞI İHALE KOMİSYONU BAŞKANI ALBAY İLE 8 SUBAY VE 30 İŞADAMI TUTUKLANDI… 1999-2002 arasındaki askeri ihalelerde trilyonluk yolsuzluk tespit edildi… (8 Ağustos). EMİR SUBAYINA 1 MİLYON DOLARLIK RÜŞVET… Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral İlhami Erdil'in emir subayı yüzbaşı Yalçın Kayatunç tutuklandı (9 Ağustos)." Bu haberler yalnız "halkın haber alma özgürlüğü" açısından önemli değil; yukarıda değindiğimiz nedenlerle Türkiye'nin daha "sivil", daha "demokratik" bir ülke haline gelmesinde de önemli bir rol oynuyor. Bu nedenle Vatan gerçekten iyi bir habercilik yapmış oluyor, bunu hemen teslim ediyoruz. Yalnız bir itirazımız var: Türkiye'de son 1-1.5 yıldır bu alanda önemli değişiklikler oldu. Basın, bu tür haberlere eskisiyle kıyaslanamayacak kadar geniş yer ayırıyor. Daha önce, Akşam gazetesinin günlerce manşetten tek başına yürüttüğü, içine askerlerin de karıştığı "Küçükçekmece'de vurgun" haberleri vesilesiyle tespit etmiştik bunu… Kanaatimizce, Vatan'ın yayımladığı son haberler, günümüzde birçok gazete tarafından "yayımlanabilir" sayılıyor artık… "Tabu" büyük ölçüde yıkılmış durumda ve macunun yeniden tüpe sokulması artık imkânsız… (A.G.)
MAKUL BİR AÇIKLAMA DOĞRUSU!
Yüksek Askeri Şûrâ'nın (YAŞ) son toplantısında bir iki hafta içinde emekliye ayrılacak olan 1. Ordu Komunatı Orgeneral Çetin Doğan'ın Şûrâ Başkanı Başbakan'a "Ordu-Millet Elele" stratejisini gerçekten hatırlatıp hatırlatmadığı meselesi henüz tam açıklığa kavuşmuş değil. Biliyorsunuz; bu çerçevede yazılanlara göre, Doğan'ın bu "nâzik" uyarısına toplantıdaki diğer komutanlar da "aynen katılıyorum" diyerek destek çıkmıştı. "Şûrâ'dan gelen haberler"e ilişkin olarak bugüne kadar, Başbakan'dan ve Şûrâ üyesi olan Milli Savunma Bakanı'ndan bir açıklama gelmedi. Bu konuda bir köşeyazarının Milli Savunma Bakanı'nın "haber"i yalanladığını aktarması dışında elimizde bir bilgi yok henüz... Bakalım bu kritik konu bir gazetenin talep ettiği gibi toplantı tutanaklarının açıklanmasıyla mı açıklığa kavuşacak, yoksa mesele Orgeneral Doğan'ın zaten emekliye ayrılmış olmasından dolayı sessizce geçiştirilecek mi? Neyse... Biz gelelim YAŞ'ın söz konusu tartışmasın yaşandığı toplantısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün nasıl davrandığına ilişkin açıklayıcı haberlere: Milliyet gazetesi konuya ilişkin olarak şu başlığı atmış: "YAŞ'ta tartışmaya girmedi/ Komutan susarak dengeledi." İyi güzel de nasıl yani?! Genelkurmay Başkanı'nın ("haberlere göre") Doğan'ın Başbakan'a yönelik eleştiri/uyarıları uzayınca, "Bir çay molası verelim!" diyerek araya girmesi niçin, ne münasebetle komutanın "makamının sorumluluğu gereği" olarak yorumlanıyor? Kolayca tahmin edildiği gibi Milliyet'in gözünde bu konuda hiçbir problem yok... "Bu tartışmalar yaşanırken sessiz kalan Özkök ise, eleştirilerde bulunan komutanların sözlerini kesmedi. Tartışmanın alevlenmesi üzerine çay molası veren Özkök'ün bu tavrının makamının sorumluğu gereği ortaya çıktığı bildirildi." (!) Bize göre Milliyet gazetesi bilgi edinmeyi yarıda kesmiş... Biz Milliyet'in yerinde olsak, Özkök'ün "bu tavrının" niçin "makamının sorumluğu gereği ortaya çıktığı'nı da öğrenmeye çalışırdık. Hazır bir "bildirici" bulmuşken... Siz söyleyin olacak iş mi? Bir ordu komutanı Başbakan'a "Ordu-Millet Elele" uyarısı yaparken Genelkurmay Başkanı "Çay molası veriyorum, çünkü makamımın sorumluluğu bunu gerektiriyor!" diyecek. Olacak iş mi? Dolayısıyla Milliyet'in epeyce gayret sarfederek yaptığı bu haber karşısında akla tek bir yorum geliyor: Ya Milliyet sandığımızdan çok daha "saf" bir gazete; ya da Milliyet okurlarının çok "saf" olduğunu sanıyor! İnsan haber başlığını hatırladıkça gülümsemeden edemiyor.. "Komutan" YAŞ'ta tartışmaya girmemiş, alevlenen tartışmayı "susarak" dengelemiş! (K.B)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |