AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Bize en iyisi Bilallar gibi göründü...

İZİN VAKTİ GELDİ....
Kronik Medya bir süre izin kullanacak...
Belki size kolay geliyordur ama inanın sandığınız gibi değil...
Her gün hiç değilse 10 gazeteyi teker teker elden geçirmek, haber ve "köşe" takibi yapmak, arada geriye dönüp iz sürmek (...) inanın kolay değil...
Şu kadar aydır Yeni Şafak'ın bir tam sayfasını doldurmakla meşgulüz...
Hem de bu ülkede akla gelebilecek en can sıkıcı işi yaparak, yani günlerimizi "Türk basını"nı yakından izlemeyle geçirerek... Sonunda anladık ki, izne çıkmadan sinirlerimiz bu işi daha fazla kaldıramayacak!
Biz uzunca bir tatili hakettiğimizi düşünüyoruz. Belli olmaz, belki siz de, "Biz de! Biz de!" diyorsunuzdur....
Yani kısaca izin vakti geldi.... (K.B. – A.G.)
Madem ki izne çıkıyoruz, o halde bugün sayfamızda eğlenceli bir şeyler de olsun...

Söyle iyisinden öyle bir "İktibas yoluyla misafir" bulalım ki, okurlarımız yokluğumuzda hiç değilse birkaç gün gülümsemeyi kesmesinler...

Tahmin ettiğiniz gibi sözkonusu metni bulmak hiç de zor olmadı; ne de olsa "Türk basını"nda bu iş için biçilmiş sayfalar bolca mevcut...

İşte size, Star'dan Erdal Bilallar'in 12 Temmuz tarihli yazısından bir bölüm:

"BEN, Harbiye Marşı'nı Harbiyeliler'in okumasını isterim!... Çünkü binlerce Harbiyeli, gür sesleri ile bu marşı okudukları zaman yeri göğü inlettiklerini bilirim!..

Diyeceğim şudur: Harbiyeliler neden bu marşı Sıhhiye'den Çankaya'ya doğru yürüyerek okumaz?

Neden bu milletin yüreklerini milli duygulara boğmaz?

Neden?"

Evet, izin öncesi biz de size soralım, "Neden?"

Siz ne cevap verirsiniz bilemeyiz; ama bizim bu soruya -biraz da izne çıkmanın etkisiyle olacak!- verdiğimiz cevap şöyle:

Çünkü, "Sıhhiye'den Çankaya'ya doğru yürüyerek" Harbiye Marşı'nı okuyabilmek epeyce zordur da ondan...

Biliyorsunuz, Çankaya Ankara'nın "en yüksek" tepesi; dolayısıyla Çankaya yokuşu da, marş okuyarak tırmanmak açısından bakıldığında epeyce dik bir rampa!

Erdal Bilallar, güzergâhı Çankaya-Sıhhiye olarak verseydi, ortaya benzer bir sorun çıkmazdı tabii ki...

Hepsi bu kadar, hadi bize iyi izinler... (K.B.)


Herkes tatile gitti ve Hürriyet Ersin Kalkan'a mı kaldı yoksa?!

13 Temmuz Pazar tarihli Hürriyet'in manşeti hiç fena değildi doğrusu. "Kıbrıs Kıbrıs olalı böyle müdür görmedi" manşeti altında, Kıbrıs Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanlığı'na yeni atanan Celal Akbulut'un hikayesi anlatılıyordu. Akbulut'un bir önceki işi Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'a "başdanışmanlık" yapmakmış... Peki ya daha önceki, daha daha önceki işleri? İşin bu faslı çok karışık; haberi yapan Ersin Kalkan'ın ifadesiyle "tam bir roman" gibi gerçekten de...

Celal Akbulut, herşeyden önce, 1994'te Ayşegül Tecimer'in yalısına baskın düzenleyen emniyet amiriymiş. "Bu operasyonda sivrilen ve pasif göreve atanan" Akbulut, sonra kalkıp ABD'ye gitmiş. Eski emniyet amirinin izine sonradan Avustralya'da rastlanmış; Avustralya Türk Derneği'nin koordinatörü olarak... Ancak bu yeni görevinde ortaya bazı problemler çıkmış. Derneğin telefonlarından seks hatlarını aradığı ve derneğe epeyce yüklü bir faturaya malolduğu için işinden uzaklaştırılmış. Akbulut'un Victoria Eyaleti Asliye Mahkemesi'nin 14 Mayıs 1997 tarihli kararıyla "aralarında 'haneye tecavüz' ve 'hırsızlığın' da bulunduğu 65 ayrı suçtan mahkum olması" bu yıllara rastlıyor. Dosyasında bir de 1999 tarihli bir tecavüz olayı varmış. Hepsi bu kadar değil tabii... Akbulut'un adını "Turkish Times" adlı haftalık bir derginin sahipleri ve yazarları arasında da görüyoruz. Neyse sonunda Türkiye'ye dönüp bir dönem Esenler Otogarı Yönetim Kurulu Başkanı'nın danışmanlığı da yaptıktan sonra, Uluştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın başdanışmanı sıfatıyla yeni resmi görevine başlamış. Sonra da, yazının başında söylediğimiz gibi, doğru Kıbrıs Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanlığı'na...

Manşet dışında bir tam sayfa haber size... Akbulut'un maceraları okumakla bitmiyor... Hatta öyle ki, Ersin Kalkan konu hakkında bu arada "Utanmaz Adam"ın da çizeri olan Oğuz Aral'ın fikrini de almayı unutmamış. Aral şöyle diyor: "Yani hile, hurda, entrika düşünmekte üstüme yoktur. Daha doğrusu öyle sanırdım. Bu aslan parçası benim hayal bile edemediklerimi yapmış, yakıştırmış, yaşamış. Bir gün karşılaşırsak, bana konu vermesini rica edeceğim."

Bakalım Ersin Kalkan'ın bu haberine tepkiler ne merkezde olacak? (Bizim bu yazıyı yazdığımız 14 Temmuz Pazartesi günü itibariyle Akbulut, hakkındaki yayının etkisiyle KTHV Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa etmişti. Yakın zamanda yanında "başdanışman" olarak çalıştığı Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ise, herhangi bir Hürriyet okurunun şaşkınlığı içinde "Tabiî geçmişini araştırmadık. Tayin söz konusu olduğunda bunu araştıracaktık"(!) diyordu.)

Aslında biz bugün Ersin Kalkan'dan hareketle başta bir konuyu açacaktık ama gördüğünüz gibi haber çok ilginç olduğu için lafı biraz uzattık... Şimdi gelelim baştaki niyetimize:

Söylediğimiz gibi, Ersin Kalkan'ın 13 Temmuz tarihli Hürriyet'te manşet hariç bir tam sayfalık haberi yer alıyor.... Ancak Kalkan'ın gazetesinin 13 Temmuz tarihli sayısına katkısı bununla bitmiyor; "Pazar Hürriyet"te Kalkan'ın Türkiye'nin ilk travesti kulübünün sahibi ile yaptığı (yine bir tam sayfa) bir röportajı daha var. Bitmedi.... Aynı Kalkan'ın yine aynı tarihli Hürriyet'te bu kez de "Ankaralılar Kalecik'in karasını keşfetti" manşetli (yine bir tam sayfa) bir başka haberi daha var... İnanılır gibi değil ama hakikat... 13 Temmuz tarihli Hürriyet'in hilafsız dört sayfasını Kalkan tek başına doldurmuş...

İnsan sormadan edemiyor doğrusu: Ne o Hürriyet'te herkes talile çıktı ve gazete neredeyse tümüyle Ersin Kalkan'a mı kaldı?!

Bu manzaranın takipçisi olacağız; bakalım Hürriyet neredeyse tek başına bir sayıyı dolduran Kalkan'ın hakkını teslim edecek mi?! (K.B.)


Nasıl 'her iki tarafın argümanları da doğru'olur canım?

Vatan gazetesi yazarı Deniz Arman, "Diyanet çevrelerinde şu sıralarda (yapılan) çok ilginç bir tartışma"yı duyuruyor okurlarına: "Kürtçe vaaz ve hutbe olur mu?"

Arman'ın verdiği bilgiden, tartışmanın bir tarafındaki Türk Diyanet Vakıf-Sen'in 'Kesinlikle olmaz'; Diyanet-Sen'in ise 'Çok hayırlı olur' dediğini öğreniyoruz... Arman, hemen ardından "Argümanlara bakalım" diyerek iki görüşü karşılaştırıyor. Okuyalım:

"'Olmaz' diyenler, 'resmi dilden başka bir lisanda vaaz ve hutbe verilmesinin ülkenin birlik ve beraberliği ile toplumsal barışına zarar vereceği' görüşündeler... 'Olur' diyenler ise, 'dinin daha iyi anlaşılmasının, ülkenin hayrına ve bütünlüğüne katkı sağlayacağını' savunuyorlar. Gerçekten, her iki tarafın argümanları da doğru..."

Her şeyden önce, ortada "argüman" falan olmadığını belirtelim... "Her iki taraf" da uygulamanın "milli birlik ve beraberlk"i nasıl etkileyeceği konusunda "sonuç" bildiriyor burada... Oysa "argüman", varılan "sonuç"ların nasıl temellendirildiğine ilişkindir... Bu anlamda, "milli birlik ve beraberliği güçlendirir" diyen grubun öne sürdüğü "dinin anlaşılması"nı "argümanımsı" bir şey olarak kabul edebiliriz belki...

Bu durumda Deniz Arman "argümanlar"ın değil, "sonuç"ların "doğru" olduğunu söylemiş oluyor ki, biribirine temelden zıt iki "sonuç" aynı anda nasıl doğru olur, biz bilemedik.

Belki de yazar, iki görüş arasında bir türlü karar verememektedir; ama bu durumda da iki görüşün aynı anda "doğru" olduğu öne sürülemez, en fazla iki görüşün de "tartışmaya değer" görüşler olduğu öne sürülebilir.

Yazının sonunda Arman, "Benim terazimde anadilde vaaz ve hutbe ağır basıyor" diyerek ikinci ihtimali zayıflatıyor.

Türkiye'de, biliyorsunuz, bir tartışmada işin içine "milli birlik ve beraberlik" girdi mi dikkatli ve dengeli konuşmanız gerekir; ama bazen bu siyasi denge kaygıları mantıkî tutarsızlıklara savurabilir insanı... (A.G.)


Mümtaz Hoca işi küfre döktü...

Cumhuriyet gazetesi yazarı Mümtaz Soysal, 14 Temmuz tarihli yazısına "Çocuklar" başlığını koymuş... Hoca, "AB'ye bir an önce girmek için ne mümkünse yapılmasından yanalar" dediği "çocuklar"ın suçlarını da şöyle sıralamış:

"Cumhuriyet'in ilkeleri çiğnenmiş, kurumları yıpratılmış, yeminli bekçileri olan askerler zayıflatılmış, Ege'deki çıkarları göz ardı edilmiş, Kıbrıs'taki varlığı tehlikeye atılmış, Anadolu'ya azınlıkçılığın ve ayrılıkçılığın tohumları ekilmiş, ekonominin geleceği ipotek altına sokulmuş ve Türkiye Avrupa'nın ortak sömürgesi olmaya yönelmiş, hiç mi hiç umurlarında değil."

Soysal, Emin Çölaşan'ın bu kişilere "Karen Fogg çocukları" dediğini hatırlatıyor... Valla biz fazla saf mıyız nedir, inanın Çölaşan'ın "müthiş terim mucitliği"nin (M. Soysal) ürünü olan bu "kavram"ı ilk duyduğumuzda aklımıza hiç Mümtaz Soysal'ın vurguladığı anlam gelmemişti. Hoca bu müthiş buluşu överken bakın neler diyor:

"Emin Çölaşan'dadır patenti. Geçenlerde, Kıbrıs'ta haklılığın savunucularına yüklenenlere kızmış, müthiş bir terim mucitliğinin ürünü olarak hepsine birden 'Karen Fogg çocukları' deyip çıkmıştı. Bir küfür, anlam yüküyle birlikte ancak bu kadar nezihleştirilebilirdi. (...) Kendi ülkesine ve insanına karşı kim ve ne varsa hepsinin çocuğu olmak, adı ancak küfürlerde bulunabilecek bir marifet olsa gerek."

Hadi Emin Çölaşan'ı anladık da, Mümtaz Soysal gibi bir bilim adamının, tartışmadaki muhataplarına bilmem ne çocukları diye saldırması olacak şey mi Allah aşkına? Tartışmada böyle bir tavrın "ben yenildim" anlamına geleceğini ondan iyi kim bilir? (A.G.)


15 Temmuz 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED