T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Batı, sizlere ömür! Ya müslümanlara ne demeli, peki?

İnsanlık tarihinde eşine ender rastlanan bir paradoksla karşı karşıyayız: Bir yandan Batılılar kavramsal ve kurumsal düzlemde küresel ölçekte bir hegemonya gerçekleştirmiş durumdalar; ama öbür taraftan bizzat Batılı düşünürlerin 130-140 yıldan bu yana geliştirdikleri söylemlerin omurgasını Batı düşüncesinin, kültürünün ve medeniyetinin köklü bir bunalımla karşı karşıya olduğu görüşü ve bu görüş çerçevesinde sürdürülen tartışmalar oluşturuyor. Türkiye'de genelde Batı, özelde ise sekülerlik (=laiklik) kutsandığı, dinselleştirildiği; dolayısıyla zihinsel, eleştirel ve analitik melekelerimiz tefessüh ettiği için biz bu tartışmaların ve burada sözünü ettiğim paradoksun farkında bile değiliz.

Oysa postmodern düşünce tam anlamıyla modern seküler Batı kültürü, bilimi ve düşüncesi eleştirisidir. Kaldı ki, bu eleştiri süreci postmodernlikle birlikte de başlamamıştır. Postmodernlik, bu eleştirileri yoğunlaştırmış ve "sistematize" etmiştir.

Bu eleştiriler, 19. yüzyıldan itibaren Karşı Aydınlanma düşüncesi ve düşünürleriyle birlikte başlamış; Schopenhauer'dan Husserl'e, Nietzsche'den Karl Krauss'a kadar pek çok düşünürün temel sorunsalı olmuştur. Bu eleştiri geleneği, Alman, İngiliz ve Fransız sosyoloji geleneklerine de damgasını vurmuştur. Örneğin Max Weber, modern Batı kültürünü "demir kafes" metaforuyla tanımlayarak modernliğin "anlam krizi" ve "özgürlük kaybı" gibi iki esaslı bunalımla karşı karşıya olduğunu vurgulamıştır.

Modern seküler Batı kültürüne ilişkin eleştirilerin daha sonraki dönemlerde çok daha köklü ve radikal biçimler aldığını göreceğiz. Örneğin Foucault, Batı'da öznenin (insanın) ölümünden sözederken; Baudrillard, "toplumsalın iptali"nden sözedecektir.

Yaklaşık bir buçuk asırdır bizzat Batı'da, Batı kültürü ve hegemonyasının insanlığı "bunalımlar"ın, "tıkanmalar"ın, "savaşlar"ın, "kaos"un, "belirsizlikler"in tam ortasına bıraktığı vurgulanmakta ve yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bugün Batı'da sosyal teorinin geldiği nokta "seküler aklın ötesi", "post-seküler felsefe" tartışmalarıdır. Örneğin Foucault, modern Batı kültürünün ve hegemonyasının ürettiği "bunalımlar", "tıkanmalar", "savaşlar", "kaos" ve "belirsizlikler"den çıkış yolunun modern seküler Batı kültürü (episteme'i, paradigma'sı) içinden çıkamayacağını söylemiş; alternatiflerin Batı'dan değil, Batı-dışı dünyadan üretileceğini vurgulamış ve o yüzden İran'da devrim olur olmaz, soluğu İran'da almıştır.

Yine çağımızın en cins düşünürlerinden Baudrillard'la Londra'da yaptığımız bir sohbette "İslam dünyasında İslâmcı aydınların ilginç şeyler yapacaklarını tahmin ettiğini ve gelecekte İslâm dünyasından köklü bir entelektüel sıçrama beklediğini" söylemesi, zannediyorum, Batılı düşünürlerin, müslüman düşünürlerin İslâm'ın imkânlarını yeni bir dil ve söylem ile yeniden icat etmeyi başardıkları zaman müslümanların dünyaya önemli ve hayatî şeyler söylemeye başlayacaklarını kestirebildiklerini gösteriyor.

Batı kültürü, salt fizik gerçekliği / bu dünyayı eksene alan bir kültür olduğu için fizik gerçekliği / doğayı kullanacak insanın yaratıcı yetilerini sonuna kadar kullanmasını mümkün kılmıştır. Ancak Marx, Adorno ve Schumpeter gibi düşünürlerin de dikkat çektikleri gibi, dünyanın eksene alınması, insanın dünyanın ve hayatın tek kralı (ölçüsü ve ölçütü) konumuna getirilmesi; dolayısıyla insanın Tanrı'yı da tanımlayacak, belirleyecek ve sonunda hayattan uzaklaştırmaya kalkışacak bir maceraya soyunması, insanın sadece yaratıcı yetilerini geliştirmekle kalmamış, insanın yıkıcı yetilerini de geliştirmesini hem kolaylaştırmış, hem meşrulaştırmış, hem de pekiştirmiştir. Elbette ki, insanı, aklı, bireyi, bilimi mutlaklaştıran ve putlaştıran bir kültürün doğada, bilimde ve teknolojide bu denli hızlı bir mesafe katetmesi hem doğaldı; hem de kaçınılmazdı.

Peki sonuç ne? Sonuç şu: İnsanın da, doğanın da kontrol altına alınması; bireyin "sürü" içinde savrulması ve kaybolması; aklın yerini hislerin / akıl-dışılıkların, sahte kutsalların, idolleştirmelerin alması; bilimin ve teknolojinin bir sopa, bir silah gibi kontrol, tahrip ve tahakküm aracına dönüştürülmesidir.

İşte bu süreç, Hıristiyanlığın pagan gelenekler tarafından yutulması ve Kilise'ye dönüştürülmesi; Hz. İsa'nın bir insan ve peygamber'den bir Tanrı'ya evriltilmesi ile başlamıştır: Kilise, kendi dogmalarını mutlaklaştırmış ve tek bir Hıristiyanlık yorumunu resmileştirerek herkese dayatmaya kalkışmıştır.

Aynı zihniyetin modernlikle birlikte -bu kez tersinden- sürdürüldüğünü görüyoruz: Modernlik de insanı ve dünyayı mutlaklaştırmış; ve vahiy ile aklı, ruh ile bedeni, doğa ile kültürü, din ile dünyayı birbirinden koparmış; sonuçta aklın vahye, bedenin ruha, kültürün doğaya, dünyevî olanın dine hakim olmasına, hükmetmesine giden kapıları sonuna kadar açmıştır.

Bugün bu parçalı, bölmeli / bölücü ve u/yu(ş)tu(ru)cu, dolayısıyla şiddet üretici dünya tasavvuru, dünyayı belirsizliklerin, savaşların, adaletsizliklerin, gözboyayıcılıkların, haksızlıkların, adaletsizliklerin, yoksullukların, yoksunlukların, yepyeni tahakküm ve kontrol biçimlerinin eşiğine getirip bırakmıştır.

İnsanlığın vahiy'le aklı, ruhla bedeni, din ile dünyayı, doğa ile kültürü buluşturacak, bütünleştirecek, barıştıracak yeni ve derinlikli bir soluğa ihtiyacı var. İşte bu ihtiyacı karşılayacak yegane kaynağın İslâm olduğu Batılılar tarafından farkedilmiştir. O yüzden İslâm 1989'dan sonraki süreçte düşman olarak ilan edilmiş; şiddetle, terörle özdeşleştirilmeye başlanmış; İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkışı önce müslümanlar şeytanlaştırılarak, sonra da İslâm sekülerleştirilerek / protestanlaştırılarak önlenmeye çalışılmaktadır.

Ancak bu çabalar, bugüne kadar olduğu gibi yarın da geri tepecektir. Bugün İslam dünyasındaki seküler ideolojiler ve projeler, İslâm dünyasında 50 sene içinde iflas etmiş; müslüman ülkeleri yığınla bunalımın eşiğine sürüklemiş; müslüman toplumlarda son derece sahte ve yapay gerilimler, çatışmalar zuhur ettirmekten başka bir işe yaramamıştır.

İslam dünyası, bir yandan tıpkı Batı'da olduğu gibi sekülerliği tartışmaya açmak; öte yandan da hem İslâm'ı hem de Batı'yı iyi tanıyan yeni bir düşünür tipinin gerçekleştireceği düşünsel, kültürel ve toplumsal sıçramaya gerekli desteği vererek, gerekli ortamı hazırlamak zorundadır.

Çünkü bu, artık sadece müslüman toplumlar için değil, tüm dünyanın geleceği için de bir ölüm-kalım meselesidir: İnsanlık, hiçbir zaman İslâm'ın kuşatıcı mesajına bu denli ihtiyaç hissetmemiş; müslüman toplumlarsa, böylesine körleştirici, köleleştirici bir zihin kayması yaşamamışlar, bulundukları yeri daha bir muhkemleştirmek yerine terketme aymazlığına soyunmaya kalkışmamışlardı!

Elbette ki, bu süreç, böyle devam etmeyecek. "Filim" bitti ve "yeni bir hikâye" yazılıyor çünkü.


8 Temmuz 2002
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED