|
|
Kapitalizmde(n) çıkış yolu
İslam, piyasa ve kapitalizme dair bir sohbetimizde, değerli iktisatçı ve yönetici Mehmet Yalçıntaş, beni bir ölçüde 'idealist' bularak şöyle bir soru sormuştu: "Söylediklerinizin bir de gerçek hayatta tatbikatı var. Bugün dünyada fiyatlar nasıl tespit ediliyor? Bunu siz de yazılarınızda belirtiyor, konuşmalarınızda söylüyorsunuz. Özellikle 15-20 seneden beri dünya ekonomisindeki endüstrilerde büyük bir tekelleşme var. Araba sanayiinde, ilaç sanayiinde, temel bir takım sanayi ve endüstrilerde tekelleşme var. Tekelleşme oldukça fiyat belirlenmesi de üç-beş gücün elinde kalmaya başlıyor. Bu noktada yapılabilecek tek şey, o üç-beş tane güç arasında bir rekabet oluşturabilmek... Ne kadar oluşturulabilecekse! Bir örnek vereyim. Diyorlar ki önümüzdeki on senede, on beş senede bütün dünya genelinde 7 tane araba üreticisi kalacak. Bu 7 üretici firma tüm dünyaya; 6 milyar insana araba satacak. İlaç fabrikaları 3 tane, 5 tane kalacak. Bu durumda serbest piyasa ilkelerini nasıl tatbik edeceğiz? Yine bir yazınızda bahsetmiş, bir gönderme yapmıştınız. Bazı sektörlerde Türkiye'de tekelleşme oranı % 90'a kadar çıkıyor. Bu ABD'de de, AB'de de böyle. Şimdi bunu nasıl tatbik edeceğiz? Bir de şöyle bir eleştirme vardı. Ben Murat Çizakça'dan iktisat tarihi dersi aldığımda orada hep bir şey söylerdi: 'İslâm toplumları neden ekonomik başarıyı sağlayamadılar, geri düştüler? Çünkü sermaye temerküzünü beceremediler, sermaye temerküzü olmadı.' Sermaye temerküzü olması için sizin bahsettiğiniz, önümüzde kalan tek örnek, hoşlanmadığımız kapitalizm örneği. Bütün bu veriler önümüzdeyken bunu nasıl başaracağız? Özellikle fiyatı nasıl tespit edeceğiz?" Evet, son derece kritik bir soru. Meselemiz ne yazık ki çift yönlüdür. Ya olaya insanlığın bir problemi olarak bakacağız. Yahut belli bir ülkede, belli bir bölgede yaşayan insanların acil bir problemi olarak meseleyi tartışacağız. İkisi birbirinden büsbütün bağımsız değil; ama bir paranın farklı yüzleri gibidirler. İkincisinden başlayalım, ama birincisine de gelmemiz lazım. İmdi, bir "ülke"de (Türkiye'de, Fransa'da, Hollanda'da) yaşıyoruz. Dünyada dostlarımız var, düşmanlarımız var. Dışımızdaki rakip/hasım topluluklara karşı, o muazzam sermaye temerküzlerine karşı ayakta kalmanın; -öncü güç olmayı bırakın, hiç değilse ayakta kalmanın- yolunu, yordamını nasıl bulabiliriz? Banka-çekişli Alman modeli
Bu soruyu 150 yıl önce Almanlar, bilahare Japonlar kendilerine sordular ve kendi tarzlarınca 'çözdüler' (yalnızca birinci kısmını pek tabii!) Almanlar'ın 19. yüzyıl başlarında, 1830'larda temel iktisadi meselesi şuydu: İngiliz şirketleri bizim girişimcilerimizin tek tek rekabet edemeyecekleri kadar büyümüş durumdadır (İktisatçı diliyle, "ölçek ekonomilerinden yararlanıyorlar:") Onlarla nasıl yarışabiliriz? El cevap: Büyük ölçekli sanayi şirketleri kurarak. Peki, bunun için gerekli olan sermaye kaynaklarını nereden temin edeceğiz? Bu amaçla "yatırım bankaları" kuruldu ve bunlar sanayi şirketlerine doğrudan ortak oldular. Deutsche Bank, Commerzbank gibi kuruluşlar o gün bugün Alman sanayiinin belkemiğidirler. Her birinin bugün enaz 400 sanayii şirketinde hissesi vardır. Yönetim kurullarında temsil edilirler ve onlara düşük faizli, çok uzun vadeli kredi imkânları sunarlar. Hülasa, Almanlar da sermaye temerküzü sağladılar, ama başlangıçta seçtikleri yol İngilizler'inkinden farklı oldu. Eğer İngiliz modelini kopyalamaya çalışsaydılar, kesinlikle başarısız olurlardı. Almanlar'ı ekonomik bakımdan ayağı kaldıran ikinci bir atılım, 1834'ten itibaren 200'ün üzerinde Alman prensliğinin Prusya önderliğinde oluşturdukları gümrük birliği oldu. Bu sayede Alman girişimciler daha geniş bir pazarda hareket etme ve rakiplerini o pazardan uzak tutma imkânına kavuştular. Rakiplerini dışarıda tuttular ama, kendi aralarındaki rekabetten geri durmadılar. Bütün rasyonel devlet yapıları, tekelcileri hem arkalama, hem de mutlak tekel olmalarını önleme arayışı içinde oldular. Bunun basit bir nedeni var: Kapitalizm, başından itibaren 'küreselleşme' eğilimi taşıyan bir sistem. Hem içeriden, hem dışarıdan besleniyor. Beslenmenin sıhhatli olabilmesi, şirketlerin içeride optimum düzeyde rekabetçi, dışarıdaysa mümkün olduğunca tekelci konuma gelmeleri arzu edilir. Amerika, Almanya, Japonya bunu yapıyor. 1960'lardan itibaren büyük Japon firmalarının dünyadaki büyük ihalelerde başarılı olmaları, birçok ülkeye giderek oralarda da yatırım yapmaları, pasif bir Japon devletiyle ortaya çıkabilecek bir şey değildi. Japonya, elektronikte, otomotivde ve diğer bütün anahtar sanayilerde; büyük kâr hadlerinin oluştuğu alanlarda, mümkün olduğu kadar aktör sayısını makuliyet çizgileri dahilinde tutmuştur. Bir yandan kapitalist mantığı zedelememiş, bir yandan içeride rekabetin büsbütün bastırılmasını engellemeye çalışmışlar. Aktör sayıları çok azaltıldığı zaman bizdeki otomotiv hikâyesi çıkıyor ortaya. Bir-iki tane şirket 10 yıl korunuyor, yetmiyor; 20 yıl korunuyor yetmiyor, 30 yıl korunuyor. Şirketler 35-40 yaşlarına gelmişler, hâlâ altlarını bağlıyorsunuz! Hiçbir zaman rekabetçi olamıyorlar, rakiplerinin 5 bin dolara mâlettiği arabayı, 10 bin dolara, 12 bin dolara mâlediyorlar. Peki kime satacaklar? Devlet erkânına söylenmesi gereken şudur: Mümkün olduğu kadar içeride rekabeti özendirin, fakat her sektörün kendine özgü gereklerini de gözardı etmeyin; rekabet ölçülü olsun. Mevcut tekel güçlerini hiç değilse yarı tekele doğru, çeyrek tekele doğru törpüleyin. Kendi aralarında yarışsınlar, bir yarışma olsun. Bunların dışarıda, özelikle yakın bölgelerde tekelleşmelerine yardımcı olun. Çünkü bölgeselleşemeyen hiçbir ekonomik aktörün küreselleşmesi mümkün değildir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |