|
|
Derviş dalgalandırıyor
21 Şubat krizinin yıldönümü geldi. Milli Güvenlik Kurulu'nda Cumhurbaşkanı Necdet Sezer ile Ecevit'in yolsuzluklar konusunda tartışması, başbakanın alelacele basın toplantısı düzenleyip kamuoyuna "kriz başladı" mesajını vermesi, bütün taşları yerinden oynatmıştı. Ecevit, Cumhurbaşkanı'nı "kriz" sözüyle köşeye sıkıştırmak ve yalnızlaştırmak isterken, allak bullak olan bir ekonomide köşeye kendisi sıkıştı. Siyasî itibarı göçtü gitti. Bugün, hükûmetin arkasındaki destek % 15 civarında.
Bir kitap
Coşkun Çakır'ın kaleme aldığı "Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi" (Küre Yayınları) adlı eserde, İmparatorluğun borçlanma siyaseti ve sonuçları anlatılıyor. Kitap, o dönemde de, günümüz Türkiyesine benzeyen gelişmelerin yaşandığını ortaya koyuyor. "...Dış borçlanma düşüncesi, 1850'de İngiliz elçisi Lord Stratford'un Abdülmecid'e sunduğu bir raporla gündeme geldi. Abdülmecit, Stratford'un dış borç teklifine, devletin, Avrupa nezdinde saygınlığının zedeleneceği gerekçesiyle sıcak bakmadı. Fakat Mustafa Reşit Paşa, borçlanma yanlısıydı, padişahtan habersiz, 27 yıl vadeli 55 milyon franklık bir borçlanma yaptı. Daha sonra bilgilendirilen padişah, borç anlaşmasının imzalanmasını önlediği gibi, Mustafa Reşit Paşa'yı da sadaretten uzaklaştırdı. ...İlk borçlanma tarihi olan 1854 yılından, ödemelerin durduğu (Osmanlı'nın iflâs ettiği) 1875 yılına kadar, 16 borçlanma yapılmıştır. İlk borçlanma, 1853 - 1856 arasında cereyan eden Kırım Harbi masraflarının karşılanması için gerçekleşmiştir. 16 seferde, 241 milyon 913 bin Osmanlı lirası borçlanılmış, ancak, borç tahvillerinin satış fiyatları, yüksek risk payı dolayısıyla, nominal fiyatların altında kalmış ve ele sadece 127 milyon 571 bin Osmanlı lirası geçmiştir. Osmanlı Devleti 1866 yılından başlayarak, dış borçların ana para ve faiz ödemelerinde büyük güçlüklerle karşılaşmış, bu ödemelerin yerine getirilebilmesi için Galata Bankerleri ve Avrupa Sermaye piyasalarından yapılan borçlanmalar sürmüştür. 1875'e gelindiğinde, bütçe gelirleri 17 milyon Osmanlı lirası iken, dış borç ödemeleri için ayrılması gereken tutar, 13 milyon Osmanlı lirasına ulaşmıştır. Böylece, Osmanlı Maliyesi'nin iflâsı kesinleşmiş, 6 Ekim 1875'te, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa'nın, Rus elçisi İgnatiev'in de baskısıyla hazırladığı Ramazan Kararnamesi, borçlanma tahvillerinin birikmiş ana para ve faiz tutarlarının 5 yıl boyunca ancak yarısının ödeneceğini, ödenmeyen yarısı için de % 5 faizli yeni tahviller verileceğini ilân etmiştir. 1876 nisanında ise, ödemeler tamamen durmuştur. 1878'de, Osmanlı - Rus Harbi'nin arkasından toplanan Berlin Konferansı'nda durum tartışılmış, Osmanlı Devleti üzerinde malî denetim uygulanmak üzere, alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşacak bir uluslararası komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. Borç tahvillerinin Avrupalı sahipleriyle anlaşmaya varan Osmanlı Devleti, 20 Aralık 1882'de yayınladığı Muharrem Kararnamesi'yle, bazı vergi gelirlerini toplama hakkını alacaklılara bırakmıştır."
Osmanlı ve Türkiye
"Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi" isimli kitaptan derlediğimiz bu bilgiler, İMF denetimindeki Türkiye ile, Duyûn-u Umumiye'ye mahkûm edilen Osmanlı arasındaki benzerlikleri ortaya koyuyor. Neticede, İMF de bir nevî borç tahsil mekanizması gibi çalışıyor ve öncelikli olarak, Türkiye'nin yabancılara ödemek zorunda bulunduğu borçlarının tahsilinde, bir zorluk çıkmamasına bakıyor.
Ülkemizin borç stoku, son yıllarda süratle arttı. Faizlerin vergi gelirlerine oranı, 1980'de % 4.6, 1985'te % 18 idi. 2001 yılında, ödenmesi gereken iç ve dış borç faizi, vergileri aştı: Oran % 108 oldu. Gene 2001'de, Bütçe giderlerinin yarısından fazlası ( % 51'i) faize gitti. (2002'de söz konusu oranın % 44'e düşürülmesi planlandı. Oysa 1980'de toplam faiz giderlerinin, bütçe harcamalarına oranı % 3, 1985'te de sadece % 13 idi) Bir de borcun ana parası var ki, o ödemeler bütçede görünmüyor. İç ve dış borç toplamı (200 milyar dolar), Türkiye'nin 150 milyar dolara düştüğü belirtilen milli gelirinden çok fazla. Osmanlı Devleti, 1854'ten 1875'e kadar 21 yıl dayanabildi. Borçlanmada dönüm noktasını Özal iktidarının başlangıcı olarak kabul etsek, Türkiye Cumhuriyeti de bu hesapsız borçlanmayı ancak 17-18 yıl sürdürebildi. Osmanlı Devleti, dış ticaret açıklarını ve bütçe açıklarını kapatmak için borçlandı. Türkiye Cumhuriyeti'nin aldığı borçların da çoğu, cari açık kapatmaya gitti. Borç ödedik, buna rağmen borç stoku büyüdü.
İtibar meselesi
Abdülmecid, itibarımız düşer diye borçlanmak istememişti. İtibarımızın düştüğü, milli menfaatlerin arka plana atılmasından belli. Meselâ, ABD Irak'a saldırsa, Türkiye direnebilir mi?
Ekonomiden sorumlu devlet bakanı Kemal Derviş, birden bire Bursa'ya gitti. Sebebini hiç düşündünüz mü? Kimi, bu seyahati bir siyasî açılım gibi gördü. Ama meselenin temelinde başka bir gerçek yatıyor. İznik gölüne yakın bir yerde inşa edilen Amerikan Cargill firmasının (nişasta - glükoz fabrikası) Çevre ve Tarım Bakanlığı ile bazı sorunları var. İşte, Kemal Derviş'in Bursa ziyaretinin ana gerekçesi Cargill'e destek vermek, sıkıntılarını dinleyip Ankara'da çözüm bulmak. Derviş, depremzedelerin sorunlarını dinlemek için Afyon'a gitmez; Türk özel sektörünün veyahut köylüsünün çiftçisinin şikâyetlerine kulak asmaz. Ama, bir Amerikan şirketi, Cargill söz konusu olduğunda, meseleyi çözmek için Bursa'ya kadar gitmekte beis görmez. Elbette, yabancı sermayeye verilen taahhütler yerine getirilmeli. Bir nişasta fabrikasının çevredeki göl ve ovayı kirleteceği evvelce tahmin edilmeliydi. Hiç izin verilmemeliydi. Kaldı ki, firma yetkilileri de arıtma tesisleri sayesinde çevrenin kirletilmediği iddiasındalar. Bizi ilgilendiren, firmanın haklı olup olmaması değil. Bir Amerikan firmasınınDerviş'in özel himayesine ve ilgisine mazhar olmasıdır.
Perişanlık
Türkiye son 15 yılda, borçlanarak imkânlarının üzerinde harcadı. Bu paralar üretim yerine, büyük ölçüde cari açıkları kapatmaya gitti. Bir bölümü de yolsuzluklar yüzünden, bir avuç insanın cebine girdi. Borcu yeni borçlarla döndürdük. Nitekim son iki yılda bu durum iyice belirginleşti. İMF'den, büyük bir kısmını kullandığımız, 31 milyar dolar kredi (borç) temin edildi. 2000 yılı sonunda 30 katrilyon lira olan iç borç yükü ise, 120 katrilyon liraya tırmandı. (4 misli arttı)
Bankaların hali perişan. Çünkü ufak tefek sürüyle banka var; bunların operasyonel giderleri çok yüksek. Tek bir işlemin dünya bankacılığında maliyeti 1.5 dolarken, bizde 3.6 dolar olarak hesaplanıyor. Bu harcama ile elde edilen bilanço büyüklüğü ise, Türkiye'de, dünyanın çok altında kalıyor. Daha yüksek bir harcama ile daha düşük büyüklüklere ulaşılması, bankacılık sektöründe ne kadar verimsiz çalışıldığının bir göstergesi. Bir de bunun üzerine, içerden dışardan borçlanıp, devlete borç verme kolaycılığını ve ekonomik krizi ilâve ederseniz, felâketin sebebleri ortaya çıkar. İMF, finans kesimini ayakta tutacak ki, Batı, borcunu tahsil edebilsin. Bu durumda, dışarıya net kaynak transferi yapıyoruz. Bir ara ürettiğimizden fazlasını harcamıştık. Şimdi ise, varımızla yoğumuzla borcumuzu ödeyebilmek için küçülüyoruz.
Temizel'in görüşleri
İMF reçetesine karşı çıkıp, önceliğin büyümeye verilmesinin daha doğru olduğunu savunanlar var. Borç, zamana yayılırsa ve bu süreden ülkenin kalkınması, zenginleşmesi için yararlanılırsa, ödemeler daha kolay, halkı perişan etmeden gerçekleşir deniliyor. İşte Zekeriya Temizel Star'da bu görüşleri savunuyor: "Uygulanan programın tek hedefi Türkiye'yi borçlarından kurtarmak. Ülke, net dış borç ödeyicisi olduğu takdirde varlıklarını kaybediyor. Küçülerek değil, büyüyerek borç ödemenin yollarını bulmalı. Türkiye geleceğini karartarak ve yıllarca kendisini geriye atarak borç ödeme programını götüremez..." Temizel bugüne gelişimizde, yolsuzlukların etkisini de anlatıyor: "Kişisel çıkarlar toplumsal çıkarların önüne geçti. Ülke için alınan kaynaklar birilerini zengin etti. Bu ülkenin sırtına tırnaklarını geçirmiş, halâ 'bırakmayacağım' diyen insanlar var. Yeter, emebileceğini emdin, sömürebileceğini sömürdün. Yeter, hiç değilse bundan sonrasını kurtarabilelim." (Star - 19 Şubat 2002)
Birgün önce Radikal'de Neşe Düzel'e verdiği röportajda, ekonomist Ege Cansen de benzer konular üzerinde duruyordu: "Özel sektör, 'ben zarar ettim ama şu kadar fabrika açtım, istihdam sağladım' diyor. Fabrikayı açtın ama kendine Londra'da bir köşk de yaptın. Aldığın 900 milyon doları da geri ödemiyorsun. Ver bana 900 milyon dolar, ben sana, sağda solda fabrika açarım... Borcunu filan ödeyeceği yok. Bir işadamı omuzlarda, 'beş bin kişi daha işe alacağım' diyor... Sen borcunu öde kardeşim. Bankalara 50 milyar dolar gitmiş." (Radikal - 18 Şubat 2002)
Dalgalandırma
İMF destekli Kemal Derviş, ekonomiyi kurtardığını söylüyor. Ege Cansen, geçenlerde televizyonda, her şeyin bıçak sırtında olduğunu gösteren bir hikâye anlattı: "Üç adam kanalizasyona düşmüş. Boğazlarına kadar pisliğin içine gömülmüşler. Kafalarını yukarda tutup zorla nefes alıyorlar. Karşıdan biri, koşarak onlara doğru geliyor ve kurtarıcı rolünde çukura atlamaya hazırlanıyor. Kanalizasyon çukurunda, binbir meşakkatle pisliğin üzerinde kalmaya çalışanlar bağırıyor: 'Dalgalandırma, dalgalandırma' " Derviş'in, uyarıları dinlemeyip, fena halde dalgalandırdığını ilâve etmeye bilmem lüzum var mı?
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |