|
|
21. Yüzyılı İslâm Belirleyecek (5)
Müslüman toplumların en temel sorunlarının çağdaşlaşmak olduğunu; çağdaşlaşmanın aslâ Batılılaşmak olmadığını; çağdaşlaşmayı Batılılaşmak olarak algılayan insanların çağdaşlaşmanın da, Batılılaşmanın da ne anlam ifade ettiğini kavrayamadıklarını söylemiştim. Müslümanların "bu dünya"ya bir şeyler söyleyebilmeleri, hatta varlıklarını müslüman olarak sürdürebilmeleri, çağdaşlaşabilmeleri ile mümkün olabilecek bir şeydir. Zamanın ruhunu kavrayamadıkları, çağımızın en temel sorunlarını, açmazlarını göremedikleri ve anlamlandıramadıkları sürece müslümanların bu çağa hem bir şeyler söyleyebilmeleri, hem de bu çağa / zamana / tarihe Özne / aktör olarak müdahale edebilmeleri imkânsızdır. Eğer müslümanlar, çağın ve dolayısıyla dünyanın sorunlarını kavrayamazlarsa, müslümanlığın hem kendileri için, hem de dünya / insanlık için ne anlam ifade ettiğini ve neler vadettiğini de kavrayamazlar; ve bu dünyaya esaslı şeyler söyleyemezler. Eğer bu dünyaya söyleyecek bir şeyimiz yoksa ya da bu dünyaya neler söyleyebileceğimizi bilemiyorsak bu dünyada yaşıyor olmamızın da bir anlamı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Çağımızın en temel sorunları, adaletsizlikler, haksızlıklar, hukusuzluklar, insanın onurunun, şahsiyetinin ve asaletinin ayaklar altına alınması, doğanın tahrip edilmesi, küreselleşmeye rağmen dünya üzerinde barışın, kardeşliğin, sulhün ve sükûnun her zamankinden daha fazla tehlikeye girmesi, gezegenimizin geleceğinin bir düğmeye basmakla bütün varlıkları bir anda yok edebilecek "şık silahların" (smart weapons) gölgesinde, hatta güvenliğinde (!) yaşıyor olmamız gibi sorunlardır. İnsanlığın bu yakıcı ve yıkıcı sorunlarının kökeninde, insanın ontolojik evsizlik veya ontolojik güvensizlik sorununun yattığını henüz farkedebilmiş değiliz. Ontolojik evsizlik / güvensizlik duygusu sorununu tanımlayabilmek, anlamlandırabilmek ve aşabilmenin yollarını araştırabilmek için Husserl'in "ben-idraki" kavramından yola çıkmamız gerekiyor. Türkiye'de henüz keşfedilemeyen fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl'in "ben-idraki" kavramı, şu an dünyada mevcut kültürlerin, karşı karşıya kaldığımız sorunları nasıl hal yoluna koyabileceklerini görebilmek ve dolayısıyla dünyaya, insanlığa neler verebileceklerini anlayabilmek ve anlamlandırabilmek açısından son derece önemli, ufuk ve zihin açıcı bir kavram. (Bu kavram ekseninde ülkemizde Şerif Mardin'in ve özellikle de Mardin Hoca'nın öğrencisi ve ülkemizdeki yeni düşünür tipinin en yetkin temsilcisi Ahmet Davutoğlu'nun çığır açıcı çalışmalar yaptıklarına burada dikkat çekmek isterim). Toplumların "ben-idraki" / insan-algıları veya anlayışları (self-perception), insanın zaman, mekân, doğa ve Tanrı algısını ve bunlar arasındaki ilişkileri belirler. Şu an dünya üzerinde etkin olan kültürlerin "ben-idraki" kavramlarına ve bu çerçevede diğer toplumlarla geliştirdikleri ilişki biçimlerine yakından bakıldığında, İslâm'ın 21. yüzyılı neden ve dolayısıyla nasıl belirleyebilecek esaslı bir potansiyele sahip olduğunu görebilmek mümkün olabilir. Modern / seküler Batı kültürü, salt dışa-dönük, zâhirî, bu dünyayı, fizik gerçekliği eksene alan bir ben-idraki kavramına sahip. Hinduzim, Budizm, Şintoizm, Taoizm ve Konfüçyanizm gibi Doğu kültürleri / dinleri ise salt içe-dönük / fizik-ötesi, "bâtınî", insanın benliğini, kişiliğini olgunlaştırmayı, terbiye etmeyi esas alan "ben-idraki"ne sahip kültürler. İslâm kültürü ise aynı anda hem içe-dönük / fizikötesi / bâtınî, hem de dışa-dönük / zâhirî / bu dünyayı / fizik gerçekliği mezceden bir ben-idrakine, dünya tasavvuruna sahip. Modern / seküler Batı kültürünün salt dışa dönük bir ben-idrakine sahip olması, Batılı insanın doğaya, Tanrı'ya, diğer varlıklara ve toplumlara hakim olmasına, dolayısıyla şiddet üreten söylemler (oryantalizm, Avrupa-merkezcilik gibi) ve (sömürgecilik, emperyalizm biçimleri gibi) pratikler geliştirmesine imkân tanımıştır. İşte bu durum, Batılı insanın ontolojik evsizlik güvensizlik duygusu yaşamasına neden olmaktadır. Bu insan tipi, hayatın ve her şeyin merkezine sadece kendisini (yalnızca insanı değil, üstüne üstlük Batılı insanı) yerleştiriyor; böyle yapmakla diğer varlıklar, doğa, Tanrı ve diğer toplumlar üzerinde kaçınılmaz olarak kontrol, kolonizasyon ve tahakküm biçimleri geliştiriyor. Bu durum, Lewis Mumford'ın dikkat çektiği gibi, Batılı insanın hem kendi dengesini yitirmesine, yön ve anlam krizi yaşamasına, hem de dünyanın dengesini bozmasına, diğer varlıklarla ve toplumlarla kendi çıkarlarını merkeze alan şiddet yüklü pratiklere dayalı ilişkiler geliştirmesine imkân tanıyor. Batılı insanın bu süreçte attığı her adım şu şekillerde sonuçlanıyor: Birincisi, Batılı insan, kendisini hayatın ve her şeyin merkezine yerleştirmekle Tanrı'ya, doğaya, diğer varlıklara ve toplumlara nasıl istiyorsa ve nasıl işine geliyorsa öylece müdahale ediyor. Bu durum, Batılı insanın, ontolojik evsizlik / özgüvensizlik hali yaşamasına yani "yalnızlaşma"sına, yabancılaşmasına ve yabanıllaşmasına yolaçıyor; bu fenomen, Batılı insanın zorunlu olarak ortaya çıkan öz-güven, yön ve anlam krizini aşmak için her türlü şiddeti meşrulaştırmasına neden oluyor. İkincisi, Batılı insanın yaşadığı ontolojik evsizlik / güvensizlik duygusu, neo-paganizm olarak adlandıracağımız yeni bir durumun zuhur etmesine zemin hazırlıyor. Böylelikle Batılı insan, kendisini her şeyin merkezine yerleştirmekle Tanrı'yı yeryüzünden kovuyor ve Freudyen psikanalizin en yetkin temsilcisi Lacan'ın "Tanrı inancını yitiren insan, yeni tanrılar icat etmeye başlar" şeklindeki saptamasında olduğu gibi güç, para, seks gibi yeni tanrılar ve efendiler icat etmekten alıkoyamıyor kendisini. Üçüncüsü, ontolojik evsizlik / güvensizlik duygusu yaşayan Batılı insanın diğer toplumlarla ve kültürlerle geliştirdiği ilişki biçimleri kontrol, kolonizasyon ve tahrip biçiminde tezahür ediyor: Örneğin Budizm'den taze kan devşirmek için Budizmle, Hinduizmle ilişkiye geçiyor; bu dinleri (Tantra, Kumatra seks örneklerinde olduğu gibi) cinsel sapkınlıklarında, sporda, psiko-terapi işinde vs. kullanıyor; böylelikle bu dinleri tüketiyor, posasını çıkarıyor; direniş güçlerini iptal ediyor. Ancak İslâm ya bir bütün olarak kabul veya ret edilecek bir dinamizme, direniş ve varoluş gücüne sahip olduğu için ontolojik evsizlik / güvensizlik hali yaşayan Batılı insan, benzer şeyleri İslâm için yapamıyor: Bu yakıcı durum, İslâm'ın, hem Batılı insanın / kültürün zaaflarını, çatlaklarını kolaylıkla deşifre etmesine, hem de İslâm'ın dünyaya esaslı şeyler verebilecek kök-paradigmalara sahip olduğunun anlaşılmasına yol açtığı için İslâm, Batılı aktörler tarafından etkisiz hale getirilmesi gereken bir öteki / düşman olarak konumlandırılıyor; (bunun yolu İslâm'ın şiddetle, terörle özdeşleştirilmesinden ve sekülerleştirilmesi yani protestanlaştırılmasından geçiyor; ancak bu, İslâm'ın doğası gereği geri tepecek bir şeydir). Sadece Bosna'da ve özellikle de Filistin'de yaşanan katliam ve vahşet bile, Batı kültürünün insanlığa esas itibariyle adaletsizlikler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, çatışmalardan başka bir şey veremediğini kanıtlamıştır. Müslüman toplumların Batılıların haksızlıklarına, adaletsizliklerine, hukuksuzluklarına direnecek bir dinamizme sahip olduklarını göstermeleri, Batı kültürünün bu büyük çatlaklarının / zaaflarının deşifre olmasına imkân tanımıştır. İşte bu süreç, müslüman toplumların, hem direnme, hem de varoluş dinamizmlerini koruduklarını kanıtlayan ve müslümanlıkla daha sahih, sahici, derinlikli ve özgürleştirici ilişkiler kurmayı başarabildileri oranda sadece kendilerinin değil, bütün insanlığın ontolojik evsizlik / güvensizlik sorununu aşabileceklerini gösteren tarihî bir dönüm noktasının eşiğinde bulunduğumuzu gözler önüne sermektedir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |