T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
En ağır darbe
28 ŞUBAT'TI

Bütün darbeleri yaşadım... 28 Şubat bütün darbelerden daha ağır uygulamalar yaptı. Hukukun siyasete alet edilmesi hiç bu kadar ayyuka çıkmadı. Ayrıca, devlet cemaatleri etkisiz hale getirmek için özel çaba sarfetti.

Makul, itidal sahibi ve demokrat birisi olarak tanınmanıza rağmen 65 yaşında, halkı tahrik etmek suçundan hapse konulmak size neler hissettirdi?

Bazı insanlar böyle bir şeyden fazla rahatsız olabilir ama ben bu devleti, bürokrasiyi ve adaleti tanıdığım için hiç şaşırmadım, sadece acı bir tebessümle güldüm. Bakın, Said-i Nursi ömrü boyunca zulüm görmesine rağmen talebelerine hiçbir zaman devlet düşmanlığı aşılamamıştır. Bölücülüğe ve anarşizme prim vermedik. Bunlar bizim kitabımızda yazmaz. Vatan bizim, millet bizim... Söylediğimin suç olmadığını biliyordum. Kader beni imtihan ediyor diye düşündüm. Biz 28 Şubat'tan sonra susmadığımız için böyle sindirilmek istendik. Hiç umurumuzda değil, inadımdan da dönmem. Kaybedeceğim ne var ki. Kararım tasdik edildiğinde Avustralya'daydım ve hacca gitmek üzere hazırlık yapıyordum. Gitmedim ve ülkeme döndüm. Ben inandığım fikirler için seve seve hapishanede yatmayı göze almasam inanç ve dava adım olmam ki. Başkaları gibi yapamam.

Siz sadece 28 Şubat'a karşı çıkmakla kalmadınız, bütün ihtilallerde muhalefetteydiniz...

Evet karşı çıktık. 12 Eylül Anayasası'na karşıydık ve bugün ne kadar haklı olduğumuz görülüyor. Bütün darbeleri yaşadım ama bir şey söyleyeyim. 28 Şubat bütün darbelerden daha ağır uygulamalar yaptı. Adliyelerin de siyasete alet edilmesi meselesi bu kadar ayyuka çıkmadı. Dindarlara baskı noktasında hiç bu kadar ağır şeyler olmadı.

Bu muhalif kimliğinize karşın Demirel'e ve AP-DYP iktidarlarına hep yakındınız. Nasıl bir ilişkiniz vardı?

Bizim ilişkimiz öyle menfaate dayanan bir ilişki değildi. Biz DP'nin devamı olarak demokrasiyi, din ve vicdan hürriyetini savunan bir parti olduğu için çekinmeden oylarımızı AP'ye ve sonra de DYP'ye verdik. Yine vereceğiz. Neticede bir cemaatiz ve bir oy potansiyelimiz var. Biz şeyhülislam değil, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre icraat yapacak birisini seçiyoruz. Bizim ölçümüz partilerin genel istikametidir. Demirel'le münasebetimiz 1966'dan başlar ve hep mesafelidir. Ondan ne devlet imkanlarını kullanmayı, ne de kredi falan istedik. Sadece zaman zaman inananlara karşı yapılan hukuk ihlallerine karşı önlem alınmasını istedik. Ben cezaevine girdiğim zaman aradı "Zaten sizin mücadeleniz hep böyle sıkıntılı olmuştur. Üstadınız da cezaevine Medrese-i Yusufiye derdi" deyip hatırımı sordu.

Süleyman Bey'in samimiyetine inanıyor musunuz? Mesela, sizi "kullanmış" olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü, her türlü görevde bulunmuş olmasına rağmen Süleyman Demirel imanı olan bir insandır. Hiçbir zaman da cumasını, bayramını bırakmamıştır. 5 vakit kılar-kılmaz bilmiyorum. O ne zaman iktidara gelmişse ya da Demokrat Parti, Adalet Partisi zamanında biz Müslümanlar bundan zarar görmedik. Menderes de Demirel de İslami kesime müsamahayla baktı diye ihtilallere muhatap olmuşlardır. Şimdi, Cumhurbaşkanı olarak hiçbir yetkisi olmamasına rağmen bazıları 28 Şubat'ın faturasını ona çıkarıyor.

Ben de çıkarıyorum kusura bakmayın... Demirel sadece Refahyol döneminde değil bütün süreçte reyini 28 Şubat'tan yana kullandı.

Fatura çıkarılacaksa Erbakan'a Tansu Hanım'a çıkar. Demirel ne yapsın, MGK'nın sadece koordinatörü. Hükümete kızılacağı yerde ona kızıyorlar. Süleyman Bey gayet tabiî oyunu kullanır. Erbakan, bu 18 maddedeki endişeleri kabul etmiyorum der, sıkıştırırlarsa çıkar milletin önüne "baskı altındayım, buyurun emaneti teslim ediyorum" deyip istifa eder. Bunu yapmıyor, sonra fatura gelip Demirel'e çıkıyor. Benim anlayışıma göre hepsinin mesuliyeti vardır ama Sayın Demirel'in birinci derecede sorumlu olduğuna inanmıyorum. Hiçbir zaman onların dindarlığını inkar etmiyorum ama yaptıkları siyaseten yanlıştır. Hükümetin üzerinde devlet olduğunu unutmamak gerekirdi.

Hırsızın hiç mu suçu yoktu. 28 Şubat' yapanların kaygıları haklı mıydı?

Hayır ona da inanmıyorum. 28 Şubat, belirli bir hedefe doğru planlanmış ve bugüne kadar yapılan ihtilallerin en serti olan bir harekettir. Abartılı bir senaryo yazdılar. Neymiş efendim Başbakanlık'ta iftar meselesi. Ben böyle iftarlara Demirel zamanında da katıldım. Orada bakanlar var, Diyanet İşleri Başkanı var, akademisyenler, bürokratlar var. Sayın Erbakan orada belki de hayatının en kısa konuşmasını yaptı. Bir kısa konuşma da Mahmut Efendi ile Diyanet İşleri Başkanı yaptı.

Sayın Erbakan'la dost musunuz. Mesela cezaevine girdiğinde sizi aradı mı?

Hayır aramadı. Erbakan parti liderleri arasında belki en az münasebetim olan kişidir. Ama her davetlerinde bana saygı göstermiş, yanına oturtmuştur. Onun ötesinde çok fazla samimiyet ve yakınlık vardır desem doğru olmaz.

Gülen Hocaefendi ile ilişkiniz nasıldır?

O ayrı birşeydir. 1973'ten sonra birlikteliğimiz olmadı. O tarihten sonra, bilhassa 12 Mart'ın ardında bizimle birlikte olma gereği duymadı. Kendisini yakından tanırım, Fethullah Hoca bana göre gerçekten "hocaefendi"dir. Onu bir Nur talebesi olarak görmek yanlıştır çünkü hayatında hiçbir zaman "Ben Nur talebesiyim" dediğini duymadım. Risale-i Nur'u diğer kitapları okuduğu gibi okumuştur. Hastalık gibi durumlarda birbirimizi ziyaret ederdik. Ama, Amerika'ya gittikten sonra görüşemedik.

Geriye doğru baktığınızda pişmanlıklar, kırgınlıklar, "keşke"lerin bir muhasebesini yaptınız mı?

Hep muhasebe yaparız. Çünkü, yaptığımız her hareketin ahirette hesabının sorulacağına inanıyoruz. Hayatım boyunca hep uzlaşmayı, birlikteliği ve beraberliği savundum. Keşke dediğim şudur. Keşke, hiçbir İslami grup ihtilafa düşüp bölünmese. Bilirim, bundan dolayı insanlar ızdırap duyar. Şunu çok iyi biliyorum ki bugüne kadarki ayrılıkların hiçbiri temel meseleye dayanmadı. Şahsi, hissi ve korkuya dayanan ayrılmalar. Bir cemaat 12 Eylül taraftarı , 12 Eylül aleyhtarı olarak bölünür mü? Ama, biz işte böyle bölündük.

Albayım teklifinizi reddediyorum!

12 Eylül'den birkaç ay sonra, askeri yönetimin ülke üzerinde yoğun baskı kurduğu günlerde cunta, temsilci olarak bir albayı İstanbul'a, ünlü bir cemaat liderine göndermişti. Resmi kıyafetli albay kendisini tanıttıktan sonra muhatabına, "Sizden bazı isteklerimiz ve bir de teklifimiz var" dedi. Cemaat lideri, albayı sakin bir şekilde karşılayıp sonra da "Buyurun, sizi dinliyorum" dedi. "Sizin cemaatiniz"dedi albay, "Nur Risaleleri derslerine devam ediyor ve hâlâ Atatürk'ü eleştiriyor. Bunları yapmaktan vazgeçerseniz ve bizimle birlikte Almanya'da Milli Görüş ve Süleymancılar'a karşı çalışırsanız, biz de size devletin bütün imkanlarını kullandırtacağız. Ne diyorsunuz bu teklifimize?" Cemaat lideri hafifçe tebessüm edip, "Hayır albay" dedi. Ardından da "Derslerden vazgeçmemiz mümkün değil. Cumhuriyetin kuruluşundaki tercihlere yönelik eleştirimiz de devam edecek" diye çıkıştıktan sonra en kritik sözünü söyledi: "Milli Görüş ve Süleymancılar'a gelince... Bizim bu kardeşlerimizin hizmet yöntemlerine yönelik tenkitlerimiz var. Ama, onları Müslüman oldukları için seviyoruz. Siz ise, onları Müslüman oldukları için düşman görüyorsunuz. Ne vaad ederseniz edin onlara karşı işbirliği yapmayacağız." Albay, sinirle yeniden kalktı ve odayı terketti. Cemaat lideri ise gönül huzuru içinde camdan dışarıyı seyrediyordu. Bu gurur verici reddin bedelini birkaç ay sonra cemaatinin bölünmesi olarak ödeyecek adam Yeni Asya Gazetesi'nin sahibi ve bu cemaatin lideri Mehmet Kutlular'dı. Geçtiğimiz ay cezaevinden çıkarken de bu muhalif adamın yüzünde aynı huzurla birlikte şu ifade vardı: "Hiç susmadım, bundan sonra susturamayacaklar!"


 
MEHMET KUTLULAR
Mustafa Kemal, meşrutiyetçi görüşleri nedeniyle Said-i Nursi'yi telgrafla Ankara'ya çağırdı ve burada bir devlet töreniyle karşılandı. Meclis'te mebuslara hitaben bir konuşma yaptı. Dinin önemsenmesini isteyen 10 maddelik bir beyanname dağıttı.
Atatürk Said-i Nursi'yi törenle karşılattı
Mustafa Kemal, Sadi-i Nursi'nin Meclis'te beyanname dağıtmasından rahatsız oluyor. "Hocam siz geldiniz, hemen namazdan başladınız. Biz millet için çalışıyoruz, ibadete vaktimiz fazla olmuyor" falan diyor. Üstad'da Allah'a karşı vazifelerin önemini anlatıyor. Mustafa Kemal bunun üzerine Üstad'ın koluna girip onu odasına götürüyor ve burada bir saat tartışıyorlar. Anlaşamıyorlar ve üstad ayrılıp Van'a çekiliyor. Bu kadrolarla hayalini kurduğu cumhuriyet ve demokrasi sistemini sağlamak mümkün değildi. Onlarla kavga etmeyi de yeğlemiyordu.
Üstadı göremediğim için, içim yanar
1938 yılında Balıkesir'in Gönen kazasında doğdu. 1957'de asker olduğu Manisa'da tanıştığı Risale-i Nur ile yol arkadaşlığı bugün de devam ediyor. 1963 yılından da haftalık dergiler çıkartarak gazeteciliğe adım attı. Bugün, Yeni Asya Gazetesi'nin sahibi olan Kutlular askeri rejimlere karşı hep muhalif oldu. Ve Bediüzzaman Said-i Nursi'yi sağlığında görememek de içinde hep bir acı olarak kaldı: "Üstad, ömrünün son yıllarında 'Beni ziyaret etmenize gerek yok, Risale-i Nur okuyun' demişti. O zaman biz daha yeniydik ve içimiz yansa da onu ziyarete gidemedik. Bundan, büyük pişmanlık duyarım."
Devlet tarikat ve cemaatlara sızdı!
Neden, cemaatler arasında bir dayanışma ahlakı oluşamıyor. Bu kadar zaruri bir ilişki, niçin bir türlü tesis edilemiyor?
Bunun çeşitli nedenleri var. 1950'ye kadar baskı vardı ve bu baskı yüzünden cemaatler arasında insan toplama açısından bir rekabet başladı. Herkes bulunduğu yerden Türkiye'yi kurtarma havasındaydı. Herkes kendine yeteceğini düşünüyordu. Bir sorun da kendisini emniyette hisseden cemaatin diğerleriyle ilgilenmesinden kaynaklandı. Diğerlerine yapılan haksızlıklara itiraz etmedi. Cemaatler hep şu korkuyu taşır: Biz acaba birbirimize yaklaşsak, diyalog kursak tabanlarımız birbirine kayar mı? İkinci endişe de cemaatlerin anlayış ve yorumlarında farklılıklar vardır. Ama bunlar temele, itikadi faklılığa dayanmaz. Şunu anlayamadık. Bizim müştereğimiz İslam'dır, imandır. Birlik lazım ama beraber olalım derken herkes "gelin bana iltihak edin"i istiyor. Halbuki birlik öyle değil. Doğrusu, herkesin kendi meşrebiyle birlikte yer alabileceği bir birliktir. Oysa, hak mezheplerin birbirine yaklaşması gibi yaklaşmalıyız. Bir önemli mesele de siyaseten birleşememek oldu. Hiçbir zaman, hiçbiri demokratik sistemi kendi inançlarıyla bağdaştıramadı.
Sanırım askeri darbelerin de bu dağınık tabloda etkileri oldu...
12 Eylül'de bütün grupları sıkıştırdılar ve devletle beraber çalışmaya veyahut da faaliyetleri durdurmaya zorladılar. Bilhassa 28 Şubat'tan sonra daha sıkı oldu. Devlet de birbirleriyle irtibat kurmaktan hoşlanmayacak cemaatlerin bu zaafını iyi kullandı. Son olarak, devletin temas kurduğu tarikatlar oldu ve bunlar MGK raporlarına bile girdi. İyice bitti yani... Bu kadar büyük tecrübesi olan İslami hareketin bu duruma düşmemesi lazımdı. Ayrıca, siyasete ve ticarete bulaşma nedeniyle maalesef tarikatlar ruhunu kaybetti. Tasavvuf, "terki dünya, terki ukba, terki terk" der. Gelin bakın bugüne. Celbi dünya, celbi ukba, celbi celb! Olmaz bu.
24 Mart 2002
Pazar
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED