|
|
3 Kasım öncesinde "Sabah diyor ki..."deki (Erdal Şafak) Tayyip Erdoğan ve AK Parti aleyhtarlığıyla, gazetenin haber sayfalarındaki "bütün partilere eşit mesafede durma" kaygısı arasındaki büyük mesafe, seçimin hemen ardından Şafak'ın "saflara katılma" kararı almasıyla birlikte kapanmıştı. Fakat Şafak, 18 Kasım tarihli yazısıyla bu işi öylesine abarttı ki, "mesafe" başka bir boyutta yeniden ortaya çıktı... Sabah'ın ikinci sayfasında "Sabah diyor ki..." köşesinin yazarı Erdal Şafak'ın orada kendi görüşlerini mi, yoksa Sabah'ın görüşlerini mi yansıttığı konusuna açıklık kazandırmakta yarar var... Bu kanıya, 3 Kasım öncesinde bütün medyadaki en şiddetli AK Parti aleyhtarıyken, 3 Kasım sonrasında aniden "saflara katılan" Erdal Şafak'ın, işi inanılmaz boyutlara vardırdığı 18 Kasım tarihli yazısını okuduktan sonra vardık. Önce işin kısa tarihini ve "problem"i ortaya koyalım, sonra 18 Kasım tarihli yazıya geliriz... Biliyorsunuz, Vatan'cılar henüz Sabah'çıyken o köşede Güngör Mengi yazıyordu ve o yazıların Sabah'ı bağladığı konusunda herkes hemfikirdi; o yazılar üzerinden Sabah eleştirisi yapıldığında, hiç kimse kalkıp "O yazılar sadece Güngör Mengi'yi bağlar" demezdi... "Ayrılık"tan sonra "Sabah diyor ki..." bir süre imzasız olarak yayımlandı ve nihayet bir gün o yazıların altında Erdal Şafak imzasını gördük. Zaten Şafak da o günkü yazısını "Evet, o imzasız yazıları ben yazdım, bundan sonra da ben yazacağım"a ayırmıştı. İşin bu evveliyetı ve "Sabah diyor ki..." disiplin başlığının kaldırılmaması nedeniyle herkes haklı olarak yazıların Sabah'ın görüşlerini yansıttığını düşündü. Bu "herkes"e biz Kronik Medya'cılar da dahildi... Fakat bilhassa 3 Kasım öncesinde izaha muhtaç bir şeyler vardı bu yazılarda... Erdal Şafak, dediğimiz gibi, 3 Kasım öncesi medyadaki en yaman Tayyip Erdoğan ve AK Parti eleştirmenleri arasında yer alıyordu. Oysa Sabah gazetesinin haber sayfalarına, gazetenin yeni genel yayın yönetmeni Ergun Babahan'ın "Bütün partilere eşit mesafede durma" sözü yön veriyordu. (3 Kasım seçimleri öncesinde, gazetenin zaman zaman Anavatan Partisi'ni kayıran bir çizgi içine girdiğini söylemek zorundayız; ama bu, AK Parti'ye karşı husumet beslemeye varmadı hiç.) 3 Kasım öncesinde, Tayyip Erdoğan'ın milletvekili olamayacağına ilişkin mahkeme kararının ardından, Erdal Şafak'ın, işi "bu devlet"in Tayyip Erdoğan'ın peşini ömür boyu bırakmayacağı noktasına vardırdığını sizinle paylaşmıştık. Hatırlayın, "O şiiri okumayacaktı" diye kararı savunmuştu Şafak; madem o şiiri okudu, ömür boyu siyaseten yasaklı olmasını da kabul etmek zorundaydı. 3 Kasım'ın hemen ardından gazeteyle "Sabah diyor ki..." arasındaki tuhaf editoryal zıtlık bir anda kayboldu. Çünkü Erdal Şafak o günden itibaren "Türkiye'nin önünde açılan ak sayfa" yazıları yazmaya başlamıştı. İşte nihayet geldik, Şafak'ın 18 Kasım tarihli yazısına... Bizce bu yazıyla birlikte, biraz önce sözünü ettiğimiz "editoryal tuhaflık" başka bir boyutta yeniden ortaya çıkmış durumda. Çünkü Sabah gazetesi, "Sabah diyor ki..."nin bu haliyle de büyük bir zıtlık içinde... Anlatalım... Erdal Şafak'ın yazısı "Bir teklifim var" başlığını taşıyor.. Şafak, "İktidar ile muhalefet arasında bugüne kadar görmediğimiz için hoş bir şaşkınlıkla izlediğimiz ve uygun sözcüğü bulmakta zorlandığımız bir süreç yaşanıyor" tespitini yapıyor önce. Ardından, "uygun sözcüğü bulmak için" çabalıyor: "'Sıcak ilişkiler' desek tam anlatmıyor. 'Diyalog' desek çok kuru kalıyor. Galiba bu süreci yine en doğru anlatan yıllardır çiğnene çiğnene bir sakızı hatırlatsa da 'birlik ve beraberlik' deyimi olacak." Fakat bu "Birlik ve beraberlik" de kesmiyor Erdal Şafak'ı... "Süreç"i daha da "hoş" hale getire-ceğini düşündüğü tekliflerini sıralamaya başlıyor: "Madem çok farklı, Türkiye için çok hayırlı bir döneme girdik. 'Acaba bir adım daha atamaz mıyız' diyorum ve en azından tartışılması için bir öneride bulunuyorum: CHP meclis başkanlığı için aday göstermek zorunda mı? Meclis'teki sandalye dağılımına göre Meclis Başkanlık Divanı'nda payına düşen üyelikleri önceden kabullense olmaz mı? Nasıl olsa belki ilk turda, olmadı en geç üçüncü turda AK Parti'nin adayı Meclis Başkanı seçilecek. Türkiye Cumhuriyeti'nin bu iki numaralı adamını sadece AK Parti -ve bir avuç bağımsızın- değil, iktidar ve muhalefetin ortak oylarıyla güçlü bir şekilde o kürsüye çıkarmak, tarafsızlığını koruması için daha sağlam bir güvence olmaz mı? Biliyorum, 'siyasi teamüllere aykırı' denecek. Peki ama eski siyaset tarzı geride kalmadı mı? Türkiye, 3 Kasım'da yeni bir başlangıç yapmadı mı? Red oyu şart mı?" Burada araya girip, aynı tarihli Sabah'ın 23. sayfasına gidelim ve oradaki "AK Parti oyları bölünürse Elekdağ aradan sıyrılır mı?" başlıklı habere gidelim… Anlayabileceğiniz gibi, haberde, AK Parti'nin iki aday çıkarma ihtimali analiz ediliyor ve böyle bir durumda hiç değilse teorik olarak CHP'nin Meclis başkanlığını alabileceği ihtimali üzerinde duruluyor. Yani, mümkün… Hem ayrıca "kazanamayacağını bile bile" bir muhalefet partisinin Meclis başkanlığı için girişimde bulunma-sından daha doğal ne olabilir? "Birlik ve beraberlik"i bu ölçülere taşımak biraz fazla olmuyor mu? Ama Erdal Şafak'ın teklifi bununla da sınırlı değil: "Bitmedi, bir önerim daha var… CHP, hükümet için güven oylamasında 'siyasi teamüller' gereği 'red' oyu vermek zorunda mı? Örneğin 'çekimser' kalamaz mı? Ya da en azından Meclis Grubu'nu serbest bırakamaz mı? Öyle ya; örneğin Kemal Derviş, gerek hükümette olduğu 18 ay boyunca, gerekse seçim kampanyasında ısrarla tekrarladığı, 'Ekonomiyle ilgili birimlerin tek bir bakanlıkta toplanması' önerisinin yer aldığı bir hükümet programına nasıl 'red' oyu verecek?" Gördüğünüz gibi Erdal Şafak bir adım daha atsa, CHP'lilerin partilerini feshedip hep birlikte AK Parti'ye katılması çağrısında bulunacak. "Birlik ve beraberlik" içinde "tek parti"yle, muhalefetsiz bir parlamentoyla memleket ne kadar güzel yönetilir, öyle değil mi? Şimdi artık "problem"e gelebiliriz... Bütün bu "teklif"leri Sabah yapmadığına göre, o köşenin tepesindeki "Sabah diyor ki..."yi nereye koyacağız? Denebilir ki, yazıda birinci tekil şahıs kullanarak "ben" diyor Erdal Şafak... Doğru, bu itiraza bir cevabımız olmalı... Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu ilk kez oluyor. Bu durumda, Sabah yönetiminin de "problem"in farkında olduğunu ve düzeltmek için böyle bir yola başvurduğunu düşünebiliriz... İyi de, neden radikal bir şekilde oradaki "Sabah diyor ki..." den vazgeçilmiyor? Bizce en doğrusu bu, aksi takdirde bundan sonra da "yanlış anlama"lar olacaktır. Son bir not: Sabah'ın internet sayfalarında, "Yazarlar" bölümünde bütün yazarların adları kullanıldığı halde, ikinci sayfadaki yazı "Sabah diyor ki..." imzasıyla sunuluyor. Yazının altında "esafak"ın e-posta adresi var, hepsi bu... (A. G.) Sonunda buna da şahit olduk!
Sonunda buna da şahit olduk; Sabah gazetesi 3 Kasım sonrası sergilediği "performans"ı 18 Kasım tarihli sayısında yıldızlara kadar yükseltmeyi başardı! Gazetenin manşeti şöyleydi: "Arkadaşım Gül". Bu manşet, gazetemizin yazarlarından Fehmi Koru'nun hafta sonu ve 18 Kasım'da sütunlarından birinde (Taha Kıvanç) yayımladığı iki yazıdan hareketle biçimlenmişti. Altbaşlıkta şu satırları okuyorduk: "Gazeteci Fehmi Koru, gençlik yıllarından beri tanıdığı Abdullah Gül'ü anlattı: O dönem pasiflikle suçlanırdık". Sabah, bu şaşırtıcı manşetinde Koru'nun köşesinde söz ettiği "Milli Türk Talebe Birliği"nin birer üyesi olarak Gül ile geçirdiği yıllara ilişkin değerlendirmesini de ön plâna çıkarmış: "Dostluğumuzun başlangıcı yeni yetmeliğimize, 1969 yılına dayanıyor. Milli Türk Talebe Birliği'nin önemli figürlerinden biriydi. Herkes sokakta çatışırken biz sanki dünyayı sırtımızda taşıyorduk. 'Pasifler' ithamlarına göğüs gerdik. Silah yerine kitabı, kavga yerine konferansı tercih ettik." Ve tabii, yine bu yıllara ilişkin olarak Koru'nun dile getirdiği Necip Fazıl Kısakürek hayranlığı ve ona Londra'dan taşınan hediyelerin hatırlatılması da unutulmadan.... İnsan sormadan edemiyor: İster misiniz, Sabah gazetesi şimdi bu şaşırtıcı manşetle kalmayıp "Milli Türk Talebe Birliği"ni ihya etmeye de koyulsun! Sabah, manşete taşıdığı habere iç sayfalarda da hakkını vermiş; 19. sayfanın da neredeyse tamamı Koru'nun yazılarına ayrılmış. Bu sayfanın manşeti de (Koru'nun ağzından) şöyle: "1969'da da muhafazakâr demokrattık". Birinci sayfada olduğu gibi bu sayfada da yine bolca fotoğraf... Hadi diyelim ki bu manşet hikayesi herşeye rağmen buraya kadar yine de normal sayılsın... Sabah'ın bu ülkede otuz yıldır gazetecilik yapan Koru'yu bir günden ötekine keşfetmesi (hem de manşetten) herşeye rağmen normal sayılsın... Fakat Sabah'ın bu yayınında göze batan bir başka tuhaflık daha var: 18 Kasım tarihli Sabah, Fehmi Koru'nun aynı tarihte Yeni Şafak'ta "Taha Kıvanç" imzasıyla yayımladığı "Beyefendi ve hanımefendiler..." başlıklı yazısına nasıl ulaşabildi? Şaşırtıcı bir durum tabii; "İktibas" filan değil, Sabah ve Yeni Şafak okurları "Taha Kıvanç"ın son yazısını aynı gün birlikte okuyabiliyorlar.... Çok çok şaşırtıcı bir manzara... Madem iş (daha doğrusu "işbirliği") buraya kadar geldi, o halde bize göre bundan sonrası için en iyi çözüm, Sabah ve Yeni Şafak'ın logolarını şu şekilde yeniden tasarlamaları: "Sabah-Yeni Şafak / Türkiye'nin en iyi gazetesi ve Türkiye'nin birikimi" ve "Yeni Şafak-Sabah /Türkiye'nin birikimi ve Türkiye'nin en iyi gazetesi"! Bakalım ülkemiz daha nasıl güzelleşecek.... (K.B.) Sıradaki gelsin!
Gazetelerimizde, hatta medyamızın tamamında gözlediğimiz tuhaf bir alışkanlık... Televizyon ekranında gazeteci birisine mikrofon mu uzatıyor; mülakatı verenden çok mülakatı alanın görüntüleri çoğu zaman daha ön plânda! Bir gazete muhabiri bir yerlere gidip bir röportaj mı yapmış, röportajı yapan gazetecinin fotoğrafı kendisiyle röportaj yapılandan daha kallavi! Gerçekten tuhaf bir manzara... Gazetede ya da ekranda olsun, gazetecilerin görüntülerinin bu şekilde hemen her zaman ön plânda olmasında bir yanlışlık yok mu? İsterseniz, söylemek istediğimizi taze bir örnekle biraz daha açalım: Aşağıda üç fotoğraf görüyorsunuz. Farkettiğiniz gibi birinci fotoğraf Hürriyet gazetesinin (18 Kasım) birinci sayfasında, ikinci fotoğraf Milliyet gazetesinin (aynı tarihli sayı) birinci sayfasında ve nihayet üçüncü fotoğraf ise Akşam gazetesinin (aynı tarihli sayı) birinci sayfasında yer alıyor. Tesadüf bu ya, her üç fotoğraf da aynı büyüklükte.... Her üç fotoğrafta yer alan ortak ögeler şunlar: AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Erdoğan'ın oturduğu uçak koltuğu, bu koltuğun yanında yer alan uçak penceresi ve Erdoğan'ın koltuğunun yanında yer alan ikinci koltuk... Hürriyet'te yer alan fotoğrafta bu ikinci koltuk gazetenin Ankara temsilcisi Sedat Ergin tarafından işgal edilmiş. Milliyet'te yer alan fotoğrafta bu koltuk gazetenin Ankara temsilcisi Fikret Bila tarafından doldurulmuş, Akşam'da yer alan fotoğrafta ise söz konusu koltukta yine bir Ankara temsilcisini, Nuray Başaran'ı görüyoruz. Unutmayın, biraz önce söylediğimiz gibi, her üç fotoğrafta da "ön plânda" olanlar Ergin, Bila ve Başaran.... Bu fotoğraflar Erdoğan'ı Lefkoşe'den Ankara'ya getiren uçakta çekilmiş. Şimdi düşünelim: Bu kallavi fotoğrafların adı geçen gazetelerin birinci sayfalarının göbeğinde yer almasının nedeni acaba ne olabilir? Fotoğraflara, temsilcilerin Erdoğan'dan naklettikleri açıklamaların gerçekliğinin birer kanıtı olarak mı ("Bakın, uydurmuyoruz, fotoğrafta gördüğünüz gibi uçakta yan yana oturduk ve sohbet ettik!) yer verilmiş? Yoksa söz konusu gazeteler, okurlarının Ankara temsilcilerini daha yakından tanımalarına fırsat vermek için mi? Belki de bir üçüncü ihtimal: Dünya âleme "Bakın bakın! Hayat 28 Şubatçıların önde gelen medya temsilcisini bile nasıl hızla değiştirdi!" dedirtmek için mi? Kararı siz verin.... Hadi sıradaki... Erdoğan'ın yanındaki koltuğa bir yolcu daha, kalkıyoruz! (K.B.) Yalaka mı oluyorum acaba?
Son günlerde bir şüphe kaplamaya başladı içimi. Ne oluyordu bana? Seçimler öncesinde AKP'nin tek başına iktidar olmasının risklerini vurgularken şimdi "acaba böylesi daha mı iyi oldu, AKP'ye bir şans verilmesi lazım galiba" diye düşünmeye başlamıştım. AKP'nin ve liderinin seçim sonrasındaki performansı da, genelde olumlu etkilemişti beni. Daha seçim gecesi "ilk hedefimiz Avrupa" diyerek Mösyö Giscard D'Estaing gibileri de şaşırtan ve panik içinde tepki vermeye zorlayan Tayyip Erdoğan, bizim Avrupa Birliği düşmanı laik evliyalara unutamayacakları bir ders mi verecekti yoksa? "IMF'yi kovacağız" diyen palavracı takımın yapamayacağını yapıp IMF ile anlamlı bir müzakereye mi girişecekti? Biliyorum böyle şeyleri bir an için düşünmek bile beni AKP yalakalığının sınırına getiriyor, Ramazan günü günaha giriyorum. Yarından tezi yok gidip laiklik genlerimi kontrol ettireceğim.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |