T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Seçimler, İslâmî söylemler ve Batı'nın geleceği

24 Aralık 1995 seçimleri, Refah Partisi'nin zaferiyle sonuçlanınca Batı basını haftalardır bu seçim sonuçlarını değerlendiren yazılarla dolup taşmıştı. O zamana kadar Türkiye'ye hemen hiç yer vermeyen Batı basını 11 aylık Refahyol iktidarı öncesinde ve sırasında Türkiye'yi "yakın markaja almış"tı. O zaman İngiltere'den -beş ayrı isimle (!)- Yeni Şafak'a, Zaman'a ve Kanal 7'ye haber ve yazı yetiştirmekte zorlanıyordum! Batı basınının Türkiye'deki İslâmî söylemin yükselişi karşısında Batılıların nasıl paniğe kapıldıklarını ve Türkiye'ye nasıl tehditler savurduklarını gösteren yayınlarını toplu halde yayımlamak oldukça anlamlı, yararlı ve zihin açıcı olabilir. Eğer vakit ve fırsat bulabilirsem...

Bugün, 24 Aralık seçimlerinden hemen sonra İngiltere'nin sosyal teorisyenlerinden John Gray'in The Guardian gazetesinin 8 Ocak 1996 tarihli nüshasında yayımlanan bir yazısından yola çıkarak yaklaşık 7 yıl önce Yeni Şafak'ta Suat Filmer müstear imzasıyla "Akıl Tutulması" başlığıyla yazdığım bir yazıyı yeniden yayımlıyorum. Çarşamba günü de Profesör Gray'in yazısını haberleştirdiğim metni yayımlayacağım.

Seküler ve neo-pagan dünya sisteminin önündeki en büyük engelin neden İslâmî söylemler olduğunu, Türkiye'nin yeni bir İslâmî yörünge kurma ihtimalinin Batılıları niçin ürküttüğünü bu metinler çok iyi ele veriyor.

İnsanlık yeni bir binyıla girerken, tüm dünyada büyük bir karamsarlık egemen. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Batı toplumlarında estirilen iyimserlik rüzgarları, bir anda yerini karamsarlığa terketmekte gecikmedi. Estirilen iyimserlik havası, bastırılmaya çalışılan karamsarlık korkusunun doğal ve hatta kaçınılmaz bir sonucuydu.

Batı toplumlarının, tarihsel deneyimleri üzerine inşa edilen dünya sistemine şeklini veren siyasî, toplumsal, ekonomik ve kültürel paradigmalar ve kurumlar, daha yüzyılımızın başındayken ciddî bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya kalma emareleri göstermişti. Batılı toplumlarda 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknoloji devrimine dönüşen sanayi devrimi, Batı toplumlarını 20. yüzyılın başında paradoksal iki gelişmenin eşiğine getirmişti: Batılı toplumlar, bir yandan yüzyıllar süren mücadele ve çabalarının haklı olarak ürünlerini almaya başlamışlar ve maddî refah sonuçta refah toplumunun doğmasına yol açmıştı; ancak öte yandan, bu maddî kazanımlar ve başarılar, Batı toplumlarını, tam bir hayal kırıklığına uğratacak bambaşka bir gelişmeyle yüzyüze bırakmıştı: 20. yüzyıla kadar doğayı dize getirmeye çalışan Batılı insan, bu kez, insanı dize getirmeye ve hatta yoketmeye yol açacak trajik eylemlere girişmekten geri durmayacaktı. Sonuçta dünya tarihinin en trajik iki büyük savaşı çeyrek asırlık bir zaman dilimine sığdırılacaktı. Batılı refah toplumları, yarattıkları "maddî mucize"nin meyvelerini tam anlamıyla yiyemeden "birbirlerini yemeye" soyunmuşlardı.

Bu paradoksu aşmak için Batı ülkeleri, dünya üzerindeki siyasî, kültürel ve ekonomik hakimiyetlerini (tahakkümlerini) devam ettirecek yeni stratejiler geliştirdiler: II. Paylaşım Savaşı'ndan hemen sonra dünyayı yapay kutuplara ayırdılar. Bu kutuplardan birinin 1989 yılından itibaren "işleyemez" hale geldiğini anladılar ve yeni bir dünya düzeni söylemi icat etme yoluna gittiler. Bu söylem, Batılı insanın doğasında varolan ama sürekli olarak bastırılagelen ümitsizlik ve karamsarlık duygusunu bir kez daha bastırmaya ve ertelemeye yönelik bir söylemdi.

Batıda yaşanan bu gelişmelerin hemen hiç biri, 200 yıl gibi uzun bir süreden bu yana Batı'ya ayak uydurmaya çalıştığımızı söylememize rağmen Türkiye'de yaşanmadı ve hissedilmedi. Geliştirilen retoriğe rağmen Batıda yaşananların Türkiye'de yaşanmaması son derece doğaldı. Çünkü Türkiye'de Osmanlı döneminde başlatılan reform hareketleri, Batılı toplumların kendi deneyimlerinin sonuçlarının Türkiye'ye ithal edilmesi ve dolayısıyla Türkiye'nin kendi tarihî yörüngesinden çıkarılması biçiminde tezahür eden bir girişimdi. Türkiye'nin kendi iç dinamikleri gözönünde bulundurularak sürdürülen bir mücadelenin sonucunda gerçekleştirilen bir girişim değildi.

Bu yüzden, reform hareketlerini gerçekleştirirken başvurulan tek yol, -ülkede ortaya konulan pratiğe karşı geliştirilen- retorikçilik olmuştu. Bu nedenle bizde başlatılan reform hareketlerinin sonradan Batılılaşma hareketine dönüş(türül)mesi kaçınılmazdı. Cumhuriyet'in temellerini atan İttihat ve Terakki'nin -İsmail Kara'nın diyebileceği gibi- "ikinci sınıf varisçileri", Türk toplumunun kültürünü Batılılaştırarak Türkiye'de hayalî bir Batılı toplum yaratmayı amaçlamışlardı. Bu, bir yandan Batılıların çıkarlarını korumaya ve yaşatmaya hizmet eden; öte yandan da hem Türk toplumunun hem de İslâm dünyasının resmen ve fiilen "tarihte tatile çıkması"yla sonuçlanan bir akıl tutulması durumu idi. Ancak Türkiye'deki elitler, bu durumun farkında değillerdi ya da "tatil" son derece keyif vericiydi.

Ne ki, Türkiye'de çok partili demokratik hayata geçilmesiyle birlikte başlayan ve 24 Aralık seçimleriyle doruk noktasına ulaşan süreç, akıl tutulmasının farkına varılmasına yol açan bir süreçtir. Gerek Batılılar, gerekse Türkiye'deki elitler, bu sürecin farkına varmış durumdalar. Ancak "ölümcül" bir akıl tutulması yaşayan Türkiye'deki elitler, tatili sona erdirmemek için bunu açıkça ifade etmekten kaçınıyorlar ama eylemleriyle (örneğin ne olursa olsun RP'yi iktidardan uzak tutmak gibi) böyle bir sürecin somut olarak başladığını örtük bir şekilde ve büyük bir paniğe kapılarak kabul etmiş oluyorlar.

Profesör Gray: "21. Yüzyıl, Batılıların Yüzyılı Olmayacak"

İşte tam bu noktada eğer bu ülkenin selameti ve geleceğini düşündüklerini iddia ediyorlarsa, Türkiye'deki elitlerin yapacakları bir şey var: İngiliz sosyal bilimci John Gray'in söylediklerine kulak kabartmak. Profesör Gray, 8 Ocak tarihli The Guardian gazetesinde yayımlanan yazısında aynen şunları söylüyor: "Batılı ülkelerin kendi koşullarının ve deneyimlerinin ürünü olan Aydınlanma düşüncesine dayalı olarak geliştirilen modernleşme, kalkınma ve Batılılaşma modelleri, Batılı olmayan ülkelerde gerekli başarıyı gösterememiş, tam tersine özellikle İslâm dünyasında ve Uzak Doğu Asya'da yaşanan gelişmeler, Batılı değerlerin ve kurumların evrensel olmadığını kanıtlamıştır... Türkiye'deki son gelişmeler, Avrupa-merkezli... Batılı seküler değerlerin ve kurumların tüm dünya ölçeğinde hakim olduğu görüşünün yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle, 21. yüzyıl, Batılılaşmanın evrensel olarak kabul edildiği bir yüzyıl değil, tam tersine, tüm dünya ölçeğinde Batılı modellerin reddedildiği bir yüzyıl olacaktır."

Akıl sahiplerine duyrulur!


4 Kasım 2002
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED