T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
"Öleceksek ölelim!"

"Ecevit'ten Bush'a / Karar ver!" Milliyet, yine bir köşe yazısından manşet türetmiş. Milliyet'in bu "uygunsuz" manşetini bir şarkı dizesinden esinle-nerek şöyle özetledik: : Müdahale mi, müdahale-den kaçınma mı, ne olacaksa bir an önce olsun! "Öleceksek ölelim" ama "belirsizlik" olmasın!

O kadar söylüyoruz ama dinleyen kim! Köşeyazısından manşet yaratmak alışkanlığının neresi gazetecilik başarısı? İşte 22 Ekim tarihli Milliyet yine bu yolu tercih etmiş. "Ecevit'ten Bush'a / Karar ver!" manşeti yine bir köşeyazısından, bu kez Fikret Bila'nın yazısından türetilmiş.... Birinci sayfadan öğreniyoruz ki, Ecevit, adı geçen gazeteciye verdiği mülakatta "Amerika'nın Irak politikası çelişkili. Bu belirsizlik bitsin!..." demiş.

Tabii olarak, bu tür manşet durumlarında ne yapılıyorsa biz de onu yaptık: yani doğru Fikret Bila'nın köşesine....

Önümüzdeki köşe yazısı manşetin genişletilmiş halinden ibaret. Ecevit, "Başkan Bush" ve ABD yönetiminin hâlâ bir karar verememesinden şikayetle, "Bir yandan sürekli askeri harekat havası veriyorlar, bir yandan da müdahale olmayabilir, daha karar vermedik diyorlar. Bu çelişkili tutum en fazla Türkiye'yi olumsuz etkiliyor. Biz, arada kalıyoruz ve büyük baskı görüyoruz. Başkan Bush ve ABD yönetimi artık kararını vermeli ve bu belirsizliği gidermelidir" demiş. Köşe yazısında Ecevit'in ağzından çıkan birkaç cümle daha var ama o kadar önemli değil.

Şimdi, herşeyden önce, Başbakan Ecevit'in sözleri hiç mi hiç "manşetlik" değil. Bu sözler ancak ve ancak, "Böyle de laf olur mu?" benzeri bir yorumla verildiği takdirde "manşetlik" olabilirdi. Başbakan'ın sonunda "savaş" ya da "barış"la noktalanacak olan bu kararsızlık döneminden "Bitsin bu belirsizlik!" diyerek şikayet etmeye hakkı var mı? Başbakan'ın - eğer gerçekten Bila'nın aktardığı gibi konuşmuşsa- "müdahale" ya da "müdahaleden vazgeçme" gibi birbirinden tamamen farklı iki durum karşısındaki duruşu bu derece "nötr" mü? Kendisini rahatsız eden husus sadece bu "belirsizlik" mi? Olacak iş değil..."Başkan Bush" ve ABD yönetiminin bir taraftan Fransa, Rusya ve BM, diğer taraftan Arap âlemi ve kendi ülkesindeki muhaliflerin etkisiyle bu "belirsizlik"i mecburen yaşamasının neresi kötü? Hadi diyelim ki Başbakan bu şekilde hiç mi hiç makul olmayan bir tazda düşünüyor. Peki ya Başbakan'ın bu düşüncelerini olduğu gibi, hiçbir yoruma tabi tutmaksızın aktaran Bila'ya ve Milliyet'e ne demeli? Onların tek şikayeti de mi "belirsizlik"ten?

Sonuç olarak Milliyet'in bu "uygunsuz" manşetini bir şarkı dizesinden esinlenerek şöyle özetledik: : Müdahale mi, müdahaleden kaçınma mı, ne olacaksa bir an önce olsun! "Öleceksek ölelim" ama "belirsizlik" olmasın! (K.B.)

"Hürriyet toplatıldı" haberi Hürriyet'te yok

25 Ekim tarihli Kronik Medya'da, bir gün önceki gazetelerde Nuh Mete Yüksel kasetine ilişkin olarak bütün gazetelerde sadece "DGM haberlere yayın yasağı koydu" haberlerinin yer aldığını yazmıştık. Ama bunun bir istisnası vardı: Hürriyet "yayın yasağı" haberini vermediği gibi olayı gene manşetten izlemiş ("İşte Türk kadın P.A."), içerde de tam bir sayfa ayırmıştı.

Bu tuhaf durumu şöyle değerlendirmiştik:

"Biz çok merak ediyoruz, Hürriyet bu yasağı nasıl deldi acaba? Tam, Tayyip Erdoğan'ın 'mahkeme kararlarına saygılı olmaya' davet edildiği bu günlerde 'biz bu yasağı dinlemiyoruz, böyle saçmalık olmaz, o nedenle uymadık yasağa' diyemeyeceğine göre (Mesela Vatan manşetten 'bu nasıl yasak' diye isyan etse de, çaresiz uymuş yasağa) ne olmak ihtimali vardır? Ara başlıkta, Bianet'e nazire yaparak "Hürriyet yarın özür dileyecek" dedik şaka yollu ama, neden olmasın? Mesela 'günlük telaş içinde yayın yasağı haberi arada kaynamış olamaz mı?' Bakalım, olan biteni size aktaracağız..."

Olan biten şu: DGM, yayın yasağı kararına uymadığı için Hürriyet gazetesinin 24 Ekim tarihli nüshasının toplatılmasına karar verdi.

Peki, bir gün sonra gazete ne yaptı? Haber sayfalarında, öbür gazetelerde yer alan "toplatma" haberine ilişkin bir şey yoktu. Keza, bütün gazetelerin uyduğu yasağa Hürriyet'in neden uymadığına dair bir şey de yoktu. Fakat konu, gazetenin temsil niteliği de olan iki köşe yazarının yazılarında ele alınmıştı. Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ve Başyazar Oktay Ekşi, yayın yasağının olmayacak bir karar olduğu fikrindeydi. İki yazardan daha sert olanı Ekşi'ydi:

"Olamaz! Yargının kararına saygılı olmak elbette herkesin görevidir. Ama 'olamaz' denecek kadar isyan ettirici kararın bu niteliğini ifade etmek de her uygar insanın, hukuka ve adalete saygılı her bireyin hakkıdır."

Görüyorsunuz, yargı kararına saygılı olmaya ilişkin tespite rağmen, bir gün önce Hürriyet'in "yayın yasağını neden ihlal ettiği" konusunda hiçbir açıklık yok. Aynı şey Ertuğrul Özkök için de geçerli. (Bizi yanlış anlamıyorsunuz değil mi, "yayın yasağı"nı savunduğumuzu falan düşünmüyorsunuz.)

Hem sonra gazetenin toplatılmasından gazete okurları neden haber-dar edilmiyor? Gazete için utanılacak bir durum mu var ortada? (A.G.)

Başka gazetecilikler de mümkündü...

Nuh Mete Yüksel'e ilişkin haberler, bir-iki istisna dışında hep ilk anda görünenlerle sınırlı kaldı. Oysa asıl haberin kapı araladığı, gayet verimli bazı yan alanlar da vardı. Kronik Medya'da biz esas olarak "yazılanlar"dan gidiyoruz, ama bu örnekte olduğu gibi bazen "yazılabilecekler"e de değineceğiz... Kronik Medya'nın bu ilk "yazılabilecekler"inde üç noktaya çekeceğiz dikkatinizi:

Nuh Mete Yüksel'in karısının şu sözleri sadece Milliyet'te (23 Ekim), başlığında Nuh Mete Yüksel'in "Ben bunu hak etmedim" sözleri olan kısa bir haberin içinde yer aldı, yani kaynadı gitti: "Kocama güveniyorum. O kaset montaj. Montaj olmasa bile böyle bir şeyden ceza verilir mi?"

Evet, olan bitenin Nuh Mete Yüksel'in özel hayatını ilgilendirdiğini, bunun mesleğiyle ilgili bir cezaya yol açmaması gerektiğini söyleme cesaretini gösteren yazarlar çıktı, bu arada Clinton ve Mitterrand örnekleri de hatırlatıldı, tamam da bu sözleri karısının söylemesiyle, söyleyebilmiş olmasıyla kıyıslanabilir mi bu yazılar? Diyoruz ki, keşke, bazı gazetecilerin aklına Nuh Mete Yüksel'in karısıyla söyleşi fikri gelseydi...

Madem Nuh Mete Yüksel, davranışıyla "savcılık ve hakimlik mesleğinin onurunu zedelemiştir, bu işi yapan birinin Ankara Cumhuriyet Savcılığı'nda ne işi vardır? Gördüğümüz kadarıyla bu yerinde soruyu sadece Akşam'dan Yalçın Pekşen sormuş. Bu da deşilebilir, karardaki ahlakçı içerik bu açıdan da sorgulanabilirdi.

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, o kaseti neden seyretti? Neden, uzmanlar tarafından hazırlanan ilişiğindeki raporla yetinmedi? Bir mahkeme heyetinin, kuşkulu bir tozun eroin olduğu yönündeki uzman raporuyla yetinmeyip ille de tozu denemeye kalkması gibi bir şey değil mi bu? Kimbilir, belki değildir. Ama birkaç gazeteci de -"temsili fotoğraf"ların peşinde o kadar enerji harcayacağına- eminiz okurların kahir çoğunluğunun aklına gelen bu tuhaf sorunun peşine düşseydi fena mı olurdu? (A.G.)

ABD ve Almanya'yı Türkiye mi barıştıracak?

Ancak Hürriyet'in haberini okumayı sürdürdüğümüzde ortaya çıkan manzara hayli değişik. Evet, ABD'nin Almanya ile arasını düzeltmek için bu ülkenin yerine getirmesini istediği şeyler arasında "Türkiye'nin AB üyeliğine kabul edilmesi" gibi bir madde yok değil; ama ABD'nin dayattığı koşulların varlığının –yine Hürriyet'in haberinden öğrendiğimize göre- sadece Almanya'da yayımlanan Frankfurter Allgemeine Zeitung'ta yer alan bir iddiadan öte bir değeri yok. Nitekim, Almanya Dışişleri Bakanı gibi Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilileri de sözkonusu "koşullar"ın varlığından haberdar olmadıklarını söylüyorlar. Yani özet olarak, Almanya ile olan ilişkisinde bile Türkiye'nin AB üyeliğini ön şart olarak dayatan bir ABD'yi sürmanşete çıkarmanın âlemi yok....

Oysa Hürriyet'in Almanya ve ABD yönetimleri tarafından yalanlanan bu haberle gönlümüzü hoş tutmaya çalıştığı gün, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin "bomba" gibi bir haber başka gazetelere çoktan yerleşmişti bile. Mesela Radikal gazetesinin birinci sayfadan girdiği "Schröder: Avrupa tarih vermeli" başlıklı haberi. Haber okundu-ğunda anlaşılıyor ki, Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer'ın "Türkiye'nin Kopenhag'dan en olumlu sinyali alması için ellerinden geleni yapacaklarını" açıklaması yanında, Alman Başbakanı Schröder de "Kopenhag'da müzakerelerin başlaması için tarih belirlenmesini çok destekliyorum. Türkiye'deki Avrupa yanlılarını güçlendirmek gerekir" demektedir. Ve burada dikkate değer olan husus, Hürriyet'in Bush'lu haberin-de bu çok önemli gelişmeden -nedense- tak satırla bile olsa söz edilmemesi.

Neden acaba? Schröder ve Fischer'ın "kapı gibi" açıklamaları ortada dururken Hürriyet'in AB kapısını ABD'ye açtırmaya çalışmasının özel bir nedeni var mı acaba? (K.B.)

Demek 'Tanık, sanık çıktı' ha?

Mutlaka haberdarsınızdır; eski Genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun fotoğrafının "Sınır Tanımayan Gazeteciler" adlı kuruluş tarafından Paris'te bir garın zemininde gerçekleştirilen "Dünyada basın özgürlüğünü çiğneyenler" sergisinde yer alması ortalığı epeyce karıştırmıştı. Kıvrıkoğlu bu sergiye tepkisini söz konusu kuruluştan davacı olarak da belirtmişti. İşte bu davanın ilk duruşması geçen günlerde Paris'te yapıldı. Milliyet'in Paris muhabiri (kendisi aynı zamanda Radikal'de köşeyazarı) Mine Kırıkkanat, gazetesinin 18 Ekim tarihli sayısında yer alan haberinde bu duruşmadan bilgiler veriyor. Haberin başlığı "Tanık, sanık çıktı" şeklinde. Peki kim bu "sanık" çıkan "tanık"?

Kırıkkanat: " Sınır Tanımayan Gazeteciler"(RSF) derneğinin tanığı Erol Özkoray, Kıvrıkoğlu aleyhine ifade verdi. Sahibi olduğu dergiyle internet sitesinin, 'orduyu eleştirdiği gerekçesiyle' kapatıldığını savunan Özkoray, Türk devletinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Güvenlik Kurulu'nca idare edildiğini iddia etti."

Tamam, buraya kadar anlaşıldı. Özkoray'ın yazılı olarak verdiği ifadesinde tam olarak ne dediğini bilmesek de, Kırıkkanat'ın verdiği bilgi de az değil. Ayrıca Özkoray'ın "iddia ettiği" hususlar öyle gizli kapaklı şeyler de değil. Bir tanıtım şirketini yürütmesi yanında uzun yıllardır gazetecilik de yapan Özkoray'ın sahibi olduğu İDEA adlı derginin orduyu konu edinen bir yayınından dolayı toplatıldığı da doğru.

Kırıkkanat bu bilgileri verdikten sonra aniden bambaşka bir alana atlıyor! Bu alan, Özkoray'ın sahibi olduğu tanıtım şirketi aracılığıyla yabancı kuruluşları nasıl dolandırdığıyla ilgili... Kırıkkanat: "1993, 1994 ve 1997 yıllarında, kurduğu İDEA adlı reklam şirketi aracılığıyla Turizm Bakanlığı'ndan Türkiye'nin Avrupa'da tanıtım kampanyası ihalelerini alan Özkoray'ın, bakanlıkça kendisine ödenen fatura bedellerini zimmetine geçirerek yabancı yayımcı firmalara ödemediği de ortaya çıktı. Özkoray'ın İDEA şirketinin yabancı kuruluşlara 1997'den beri ödemediği 130 bin dolar borcu bulunduğu, alacaklıların Paris'te süren davaları olduğu belirlendi."

Nasıl haber ama! Peki iyi güzel de, bütün bu "ortaya çıkma"lar, "belirlenme"ler tam da sözünü ettiğimiz davanın ilk duruşması sırasında mı ortaya çıktı? Madem Özkoray'ın "dolandırıcılığı"na ilişkin davalar halen Paris'te sürmektedir, Kırıkkanat'ın bu "süren" davaların sonucunu bekleme sabrını göstermeden hemen karara varması uygun mudur? Bir "tanık"ın "sanık" çıkmasının öyle üzerine atlanacak bir haber değeri olmadığı hâlâ anlaşılmadı mı?

Ama Kırıkkanat'ın ve Milliyet'in niyeti bambaşkaysa, o ayrı tabii.... (K.B.)

Bu şimdi günlük gazete mi?

Star, sürmanşet (24 Ekim): "Tayyip Erdoğan'ın AKP'sine kapatma davası açıldı... Peki bu ne demek? İşte kulislere yansıyan yorumu: HİÇ BOŞUNA UĞRAŞMA, BU DEVLET SENİ BAŞA GEÇİRMEZ..." (Bu, Star yazıişlerinden etrafa saçılan bir yorum olmasın?)

  • Star, sürmanşet (25 Ekim): "REJİM UYARISI... Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer: Rejimle çatışan bir partinin iktidara gelmesinden endişe duyu-yorum..." (Tepedeki dev başlıkları geçip "haber"i okumaya başlayınca, haberin "arkadaş sohbetinden sızan bilgiler"e dayandırıldığını okuyorsunuz..)

  • Star, manşet (25 Ekim): "ELLER UMUDA UZANIYOR... Türk halkının 'kurtuluş umudu' olarak gördüğü Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan..."

  • Star gazetesi, sürmanşetinde bir partiye karşı böylesine manipülatif bir çizgi izlerken manşetiyle başka bir partinin propaganda bülteni görünü-münde... Bu, günlerdir böyle...

  • Söyleyin, Star gazetesini bu haliyle bir günlük gazete sayabilir miyiz? Bu haliyle Star'ın, her gün ülkede ve dünyada ne olup bittiğini aktaran, böylece okurlarının bu bilgi temelinde kendi kavrayışını oluşturmasına yardımcı olan bir yayın organı olduğu savunulabilir mi? (A.G.)

    İstanbul'dan Fukuyama geçti...

    Üç beş yıl önce "Tarihin Sonu "adlı kitabı dolayısıyla pekçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de adından çok söz edilen Francıs Fukuyama, İstanbul'da bu yıl 11'incisi düzenlenen "Ulusal Kalite Kongresi"nde bir konuşma yapmış. (Fukuyama konferansı için biraz uygunsuz bir kongre gibi görünüyor ama neyse..) Gazeteler yazmakla bitirememiş. İlgi büyükmüş; gazeteler özellikle iki kadın dinleyiciyinin, Oya Eczacıbaşı ve Catherine Derviş'in adını öne çıkarmış. (Kemal Derviş, yılın en önemli gazetecilik başarılarından birisi olan Neşe Düzel'in kendisiyle yaptığı röportajın milletin "gözünü açması"nın yarattığı şoktan dolayı olacak, Fukuyama dinleyecek havada değil herhalde!) Biliyorsunuz, bu Amerikalı profesörün adından, tarihin gelip gelip sonunda "liberal demokrasi ve pazar ekonomisi"ne dayandığı tezini ortaya attığı için 11 Eylül olayından sonra da çok söz edildi. Bütün dünya "tarihin sonu"na yaklaşmış olmanın mutluluğuyla günlerini geçirirken bu olay da nereden çıkmıştı. Fukuyama'nın tezinin gözden düştüğü bu günlerde bir başka tez sahibinin Huntington'un yıldızının yükseldiğini de hatırlıyorsunuzdur. Nitekim Fukuyama "kalite" kongresinde yaptığı konuşmada Huntington'un tezine göndermede bulunarak "Ancak 11 Eylül kültürel açıdan bir sorun olduğunun ifadesidir" diyor. (Fukuyama sadece "kültürel" mi?)

    Fukuyama'nın konuşmasını birkaç gazeteyi tarayarak anlamaya çılıştık. Eğer konferansı kaçırdıysanız üzülmeyin, fazla bir şey kaçırdığınız söylenemez! Ülkemizde düzenlenen kongrelerde konuşmacı olarak yer alan pekçok "yabancı" gibi Fukuyama da bizlere asıl olarak "İslam ve laiklik" dersi veriyor! Müslüman âleminde "tek laik ülke" olan Türkiye niçin önemlidir, başkalarına nasıl model olabilir, demokrasiyi sürdüremeyen niçin "dışlanmalı"dır, vesaire....

    Ancak Amerikalı konuşmacının hakkını yemeyelim. İslam âlemindeki laiklikten "otoriter yönetimlerle düzeni korumak ile diğer tarafta ağırlıkla köktendinci akımların etkisindeki çoğulculuk arasında sıkışmış" bir ilke olarak söz ederken Türkiye'nin de "bir anlamda bu açmazı yaşadığını" ilave etmesi hiç fena değil doğrusu. Fukuyama'nın bizim daha da ilginç bulduğumuz bir diğer açıklaması ise doğrudan AKP'yle ilgili. Amerikalı profesör AKP hakkında ne desin? Salondan "İslami bir partinin Türkiye'de iktidara gelmesine yönelik" bir soru gelince şöyle demiş: "İslami bir partiyi çok radikalleştirici bir güç olarak nötralize edebilirsiniz. Avrupa'ya demokratikleşmenizin bir kanıtı olarak bunu sunmanın faydası olacaktır." Fukuyama başka ne desin; tamamen Türkiye'yi ilgilendiren, anlamadığı bu siyasi soruya başta türlü nasıl cevap versin? (Kabahat tabii ki, "elin oğlundan" bu sorulara cevap vermesini bekleyen dinleyicilerde!) Ancak Fukuyama -gazeteler yazmıyor ama- herhalde verdiği bu cevabın "Kalite Kongresi"ni pek memnun etmediğini anlamış olacak ki hemen (kurnazca!) devam etmiş: "Ancak ben dışardan biriyim. AKP'nin politik sistem içine girmesinden sonra bu partinin demokratik sisteme katılıp katılmayacaklarını bilmek zor."(!) Aferin Fukuyama'ya doğru konuşuyor, zor tabii.... Keşke bir son söz olarak "Onu Başsavcı Sabih Kanadoğlu'na sorun!" da deseydi! İşte o zaman "kalite" tam olurdu... (K.B.).


  • 27 Ekim 2002
    Pazar
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED