|
|
İslam dünyasıyla bağları koparmanın reel politiği!
Amerika'nın, Irak'ı hedef alan mukadder müdahalesi Türkiye'nin sadece bugününü değil, yakın geleceğini ve dolayısıyla yarınını da politik destabilizasyonun kucağına oturtmaya namzettir. Hükümetin diplomatik müzakere için tempoyu düşürme çabası da, Genelkurmay'ın sadece gerekli acil önlemleri almakla sınırlı tuttuğu heyecanı da bu endişenin eseridir. Kim neye imza atar ve neye karar verirse doğal olarak, attığı imzanın politik katma değerinin nereye varacağını kestirmekte zorlanmaktadır. Başbakan Abdullah Gül'ün gelinen son noktayı medya yöneticileriyle paylaşma gereği duyması, Tayyip Erdoğan'ın topu BM kararına atmasını bu bağlamda değerlendirmek lazımdır. İkisi de biliyor ki bu savaş, ortaya koordinatları bugünden belli olmayan bir kriz çıkaracaktır ve Türkiye krizi yönetme imkanına sahip olamayacaktır. Bu, iki nedenden dolayı mümkün olamayacaktır. Birincisi, savaşın kendisi zaten öngörülemez bir süreçtir. İkincisi de, bir koalisyon kurulsa bile nihayet bu Amerika'nın savaşıdır. Savaşı çıkartan, bunu kalıcı birtakım amaçlar uğruna yapan ülke, doğal olarak savaşı yönetmeyi de bilecektir. Bir başka ülkeyle, savaşın şekillendireceği stratejik fırsat ve avantaj atlası üzerinde birlikte çalışmaktan da imtina edecektir. ABD'nin operasyonun başarıyla tamamlanması halinde Irak'ta ve dolayısıyla bölgede doğacak yeniden yapılanma fırsatını paylaşmaya yönelik bir vaatten ısrarla kaçınmasıdın temelinde bu niyet vardır. Washington Ankara'ya Saddam rejimini devirmek, Irak'ı işgal etmek amacını paylaşacağı değil; lojistik maliyetini düşürecek bir koalisyon ortaklığı teklif etmektedir. Kaldı ki, savaş sonrası "stratejik ganimet" paylaşımı vaadi de Türkiye'nin savaşa katılması için yeterliliği tartışmalı bir motivasyon olacaktır. Çünkü, konuşmakta olduğumuz şey nihayet bir savaştır ve ortada Türkiye'nin bu savaşa iştirakini, yardım ve yataklık yapmasını meşru kılacak hiçbir neden bulunmamaktadır. Ankara ile Bağdat arasında, Körfez Krizi'nde açılan makas dahi müdahaleye yeterli dayanak teşkil etmemektedir. Irak'la ve dolayısıyla başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere, bütün İslam dünyası ile aramızın ebediyyen açılmasını kaçınılmaz kılan bu adım için makul bir neden bulunmaması bir yana; müdahaleye ortak olmak, sanılanın aksine bölgenin şekillenmesinde inisiyatif alma siyasetiyle de çelişmektedir. Türkiye, İslam dünyasına rağmen Amerika'nın yanında ikinci bir İsrail olarak mı, bölgenin şekillenmesinde söz ve pay sahibi olacaktır? Bu sahiplik, Türkiye'nin operasyona katılımını "fiyatı neyse öderiz" yaklaşımına indirgeyen ABD'nin dışlayıcı tutumuna rağmen mi olacaktır? ABD ve İsrail daha şimdiden İran ve Suriye için el oğuşturmaya başlamışken, Türkiye kendini hangi işgal dalgasının startejik ortaklığı vaadiyle oyalandığı konusunda sorgulamak zorundadır. Stratejileri bir de savaşın dehşetli yüzüyle birlikte gözden geçirmek gerekmektedir. İşgali bir haftada bitirmek de ihtimal dahilindedir, Saddam'ın direnci nedeniyle aylarca bitirememek de... Bu durumda, yani kara harekatının ve hava bombardımanının sivil kanını akıtmaya başlaması halinde, Amerika'nın uluslararası hukuk dayanağından yoksun, "Saddam rejimini değiştirme" hedefi birkaç hafta içinde "insanlık dramı" ya da "barbarlık"tan başka bir tanımla ifade edilemeyecektir. Savaş için bahane üretmeye çalışan, bulamadığı halde bahanesiz vurmaktan çekinmeyeceği anlaşılan ABD ile o anda ortak olmak, hiç de bölge güvenliği ile açıklanabilir bir şey olmayacaktır. Ayrıca, Türkiye'nin bir İslam ülkesi olarak, bir başka İslam ülkesinin sınırlarına tecavüz ve dahası oradaki ölümlü saldırılara ortaklık etmesi, sanıldığından çok daha önemli ve sonuçları yıllar boyu silinemeyecek bir yanlış olacaktır. Bu geri dönüşsüz tarihi kırılmaya "evet" demek için de, tarihi olduğu kadar dini gerekçe şartır. Ucundan kıyısından, istemeye istemeye müdahaleye taraf olmak, savaşmadan savaşıyor gibi yapmak; öte yanda da Irak'ın hukukunu korumadan, koruyormuş gibi yapmak Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Körfez Krizi'nde sergilenen, iki arada bir derede tutum bunun örneğidir. Doğru tavır herşeye rağmen, savaşa ve Irak'ın işgaline "hayır" demektir, diyebilmektir. İslam dünyasının da bu tavra, Türkiye'yi cesaretlendirici bir şekile ortak olması lazımdır. Başbakan Gül'ün Ortadoğu ziyareti, bu iradenin çapının tayini açısından büyük önem arzetmektedir. Zira, sadece Irak'ı değil bütün bölgeyi gözüne kestirdiğini gizlemeyen ABD'nin iştahını köreltebilmek için bu, belki de son fırsattır.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |