T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Bir yanlışlık var, ama ne?

Okuma-yazma oranımız herhalde yüzde 90'ın üzerine çıkmıştır. 11 milyon gencimiz her düzeyde eğitim görüyor. Üniversite sınavına giren aday sayısı iki milyona yakın. Nüfusunun üçte ikisi 25 yaşın altında insanlardan oluşan Türkiye'yi bir büyük 'okul' olarak görmek de mümkün.

Bizde kalkınma planlarını hazırlayanlar, Sovyet etkisindeki dönemin özelliğini de yansıtan biçimde, yaygın ve eşitlikçi bir eğitim anlayışını benimsediler. Milletin bütününe okuma-yazma öğretme gayreti içerisinde, herkesi diplomalı yapmayı amaçlayan bir ülkeyiz. Yüksek öğretim kurumlarının kapılarına yığılan milyonlar bile, Cumhuriyet'in yaygın eğitim anlayışını yansıtan kalkınma projesinin amacına ulaştığını gösteriyor.

Ne yazık ki, 'kof' bir başarı bu. Özgün bilimadamları çıkarmada zorlanan, nitelikli beyin gücü için sürekli dışarıya bakılan bir ülke Türkiye. Yüksek öğretim kurumları, en son örneğini İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimi vesilesiyle adaylardan birinin adını taşıyan kitabın 'çalıntı' olduğu iddialarında yaşadığımız gibi, övünülecek durumda değiller... Bu da bizi, "Acaba, kitlelere okuma-yazma öğretmeye, herkesin diploma sahibi olmasını sağlamaya çalışırken, yüksek öğretimi ihmal mi ettik?" sorusuna götürüyor.

Büyük uygarlıklar büyük üniversitelere dayanıyor. Kurtuba'dan Kahire ve İstanbul'a uzanan, hemen her köşesinde pırıltılı bilim âşıkları yetiştiren bir uygarlık doğurmuştu İslâm... Batı uygarlığı da, etkisi altına aldığı coğrafyada, büyük üniversiteler etrafında oluştu. Yeni kıtada ise, ilk göçmenler, kendilerini güvence altına alır almaz, adları saygı uyandıran üniversitelere vücut verdiler. Tarih boyunca büyük dönüşümler, ya üniversiteler etrafında meydana geldi, ya da üniversiteliler eliyle gerçekleştirildi. Bugün de, ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, İsviçre gibi ülkeler, zenginlikleri yanında, üniversiteleriyle de anılıyorlar...

Türkiye'de yüksek öğretim, nedense, ihmal edildi. Üniversite kurmada fazla aceleci davranmadı devlet; ülkemizin üçüncü yüksek öğretim kurumu olan Ege Üniversitesi'nin kuruluş tarihi 1955'tir... Üniversitelerin Anadolu'ya yayılması ve özelleşip sayılarının artması için 1980 sonrasını beklemek gerekti. Bugün bile, en köklü sayılması gereken yüksek öğretim kurumlarında, bilimsel düzey, ölçümde kullanılan değerlere bakıldığında, fazlaca yüz ağartıcı değil...

Bazı üniversitelerde yapılan rektörlük seçimleri, nitelik ve bilimsellik temelinde tercih yansıtmıyor. İstanbul Üniversitesi'nin öğretim üyelerinin önemli bölümü, şimdiki rektör Kemal Alemdaroğlu'nun yeniden seçilmesinden yana tavır aldı. Sonucun gazetelere yansıma biçimi bile ("Alemdaroğlu kazandı, türban kaybetti") tercihe temel teşkil eden konunun bilim-dışılığına ışık tutuyor. Rektörlük yarışının 'bilim' ile, üniversite kurumunun evrensel değerleri sayılması gereken fikir özgürlüğü ve akademik düzey ile hiçbir ilgisi yok. Siyaset, hem de en 'banal' biçimiyle, üniversitelere egemen olmuş görünüyor...

Böyle bir ortamda, üniversitenin, çağın beklediği tipte mezunlar vermesi, içinden dünya çapında bilimadamları çıkartması, dönüşümü zorlayarak uygarlığa katkıda bulunması epey zor. Yaygın öğretime ağırlık veren kalkınma projesinin 'başarısı' gibi bir şey mevcut üniversitelerin niteliği; ikisi de 'başarı' sayılıyor, ama bu 'başarı' ülkenin kalkınmamışlık gerçeğini değiştirmiyor... Okuma-yazma bilen hatta üniversite bitirmiş insanlarla dolu, buna karşılık okuyup-yazmayan, uygarlık kaygısından yoksun bir ülkeyiz...

Bu rektörlük seçimleri, keşke, üniversite merkezli yeni bir kalkınma hamlesine uygun sonuçlar verseydi. Üniversitede okumaya hak kazanmış gençleri kapıdan döndürme üzerine oturan bir seçim kampanyası yerine, ülkemiz gençlerinin bütününü bir büyük kalkınma hamlesinin koçbaşları haline getirecek yepyeni bir anlayışı egemen kılarak... Naziler'den kaçan bilimadamlarını çatısı altında toplamış bir üniversitenin, şimdilerde yasakçı, engelleyici uygulamalara sahip çıkması ne kadar hazin... Çözümün Çankaya'ya kalması da...

Yedi milyon nüfuslu İsviçre'de dört milyon gazete satılırken, nüfusu 70 milyona yaklaşmış Türkiye'de gazete satışları üç milyonun altında; en kabadayı eser bin adet basılıyor ülkemizde. Türkiye'de insanlar yılda 2800 dolarlık milli gelirle yetinmek zorundayken İsviçreli yılda ortalama 28 bin dolar gelir sağlıyor. İki ülke arasında temel farkı tespit edersek nerede yanlış yaptığımızı da anlayabiliriz...

Şunu bilelim: Üniversiteye rektörü İsviçre ölçüleriyle seçer duruma gelmedikçe kalkınma sorunumuzun çözülmesi, ele-güne el açıp durmanın sona ermesi mümkün değil.


14 Aralık 2001
Cuma
 
FEHMİ KORU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED