Türkiye'nin birikimi... | ||
|
İlk kitabı "Sirenleri Taşa Tutun"da zaman zaman öfkeli bir edayla oynattığı keskin kalemi ve eleştirel yaklaşımıyla dikkatleri üzerine çeken Selahattin Yusuf'un ikinci kitabı "Şimdiki Zamanın İzinde" Birey Yayınları arasından çıktı. Yusuf'un Yeni Şafak gazetesi, televizyon sayfasında yazdığı yazılarını topladığı yeni kitabında da aynı eleştirel tavır, analizci yaklaşım ve öfke öne çıkıyor. Selahhattin Yusuf'la şimdiki zamanı, medyanın bize ettiklerini ve kitabını konuştuk.
"Şimdiki Zamanın İzinde" sizin ikinci kitabınız. Ne söylüyor bu kitap? İçiniz gelip geçmemişse ve her sabah antrede bağcıklarınızı bağlarken "Hey Allahım gene mi!" diye iç geçecek kadar da kötü değilse; o zaman en iyi ihtimalle o güne karşı bir itiş kakış içine gireceksiniz demektir. Günün normal sürüklenişi sizi kesmiyorsa, ona bir şeyler yapmaya çalışacaksınız, bir şeyler söyleyeceksiniz. İtiraz edeceksiniz. "Şimdiki Zamanın İzinde" benim için bir dönem hakkında, o dönem boyunca söylenmiş bir söz olarak kalacak. Gündelik hayat, aslında bir çoğumuzun kabul etmek isteyeceğinden daha şaşırtıcı, daha derin ve açıklayıcıdır. Her zaman büyük bir ilgiyle izledim onu ben ve bu iz'leri belli bir üslupla kaydettim. Kitap budur. Ancak gel gelelim, 1996'dan beri sürdürdüğüm bu yazma biçimini bırakıyorum artık. İki yıl önce yayımlanan "Sirenleri Taşa Tutun"dan sonra bu kitapla birlikte bir dönemi kapatmış bulunuyorum. Bu misyonu bir gevezeliğe dönüştürmekten korkuyorum. Kendimi taze tutamamaktan korkuyorum. Geviş haline gelmiş bir doğrunun, dünyayı en az yanlış kadar oyaladığı ortada. Tabii bu sadece yazı için böyle. "Şimdiki zaman" nasıl bir zaman? Şimdiki zamanı sinirleri alınmış, acı duymayan, verdiği acıyı duymayan ve kurbanlarının gözlerinin içine vahşi bir kayıtsızlıkla bakmakta olan bir hayvana benzetiyorum. Çok defa, eski zamanlarda yaşasaydım keşke diye geçiriyorum içimden. Ancak dünyanın bugün almış olduğu bu tuhaf aşınmışlık, galiba tahmin ve temenni ettiğimiz gibi zamanla ilgili değil. Keşke öyle olsaydı; geçmiş bir işe yarar, bir seçenek olurdu o zaman hiç değilse! Bakınca görüyorsunuz ki, Ebu Zerr Giffari, bizim Altın çağımıza yakın bir zamanda yaşamış ama morali bozuk yaşamış, inzivaya yönelmiş. Kendi zamanı Rimbaud'ya işkence etmiş, Nietzsche karanlığa konuşmaktan çıldırmış, zamanının Rusya'sı Dostoyevski'yi doğduğuna pişman etmiş, William Faulkner alkolle parlatılmış gözlerini yazı makinesinden ayırır ayırmaz, yazarak ertelemeye çalıştığı acı tarafından yutulmuş... Bunu böylece uzatabiliriz. Ancak bu hiçbir ümidin kalmadığı, ya da hiç olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Karı doruklara doğru sürecek olan o ilk yaza benim inancım tükenmedi hiç. Kitaptaki yazılarınızda neyin izini sürüyorsunuz? Kitabın arka kapağını kapatan okur, bir kere günümüzün bir takım genel peşin kabulleri konusunda kendisini uyanıklığa çağırılmış, yerleşik gündelik yaşamın -esasında bu topraklardan çok uzaklarda bir yerlerde kurulmuş- zembereğine karşı kışkırtılmış bulacaktır. Çimdiklenmiş hissedecektir belki biraz. Mc Donalds'ın, Hülya Avşar'ın ve Emin Çölaşan'ın toplumumuzda neden olduğu genel damar tıkanmasına dikkati çekilecektir. Diyeceksiniz ki, bundan kolay ne var. Herkes yapıyor bunu. Hayır benim iddiam, yukarıda da değindiğim gibi, bunu belli bir üslup içinden yapmak, belli bir tazelikle insanların önüne koymaktır. Bu konuları, harc-ı alem bir aksandan kurtarmaya gayret etmektir. Özellikle de '90 sonrasının özel televizyon kanalları, tek tek insanların hayatlarına ve toplumsal hayata nasıl bir etkide bulundu? Televizyon insanları, televizyonun kendilerine ne yaptığını anlayamayacakları bir hale getirdi. Her akşam yüksek dozda RH Muhtar alan ortalama bir seyirciyi düşünün. Yazılarınızın en göze çarpan tarafı sert ve keskin bir dile ve yaklaşıma sahip oluşu... Beni bağışlayın, zamanımızda yumuşak bir üslubun entellektüel değil; cinsel bir tercih olduğunu düşünüyorum. Yazılarınızda biraz nefret de var sanki. İnsanları sever misiniz? Çocukken hepsini sevmiyorduysam Allah belamı versin. Ama şimdilerde sevgim çoğunlukla ölmüş insanlara yönelmiş bulunuyor. Hatta onların yazar, şair olanlarına ve elbette ki onların da hepsine değil; içlerinden bazılarına, küçük bir kısmına yalnızca... Peki bu günkü yazarlara nasıl bakıyorsunuz? Kimler var mesela? Sol, köklerinin uzun zamandır toprağın dışına çıkartılmış olduğunun farkına varıyor belki şimdi; ancak geç kaldılar. Gerekli canlılık kuruyup gitti bile. Doktriner solculuktan artık arkeolojik değer dışında herhangi bir değer çıkamaz. Sabah'ın eski İngiliz köşe yazarı Andrew Finkel'in de gözlemlediği gibi, "Türkiye'nin 1970'lerde en zeki çocukları solcuydu; şimdi ise dindar." Bu bana da doğru bir saptama gibi geliyor. Ancak tabii, yazmak bambaşka bir şey. Yazarlığın, zekanın da karşılayamayacağı istekleri vardır çoğu zaman. Bir kere kendinizle 'kendi'liğiniz arasına giren şeyler bu gün herhalde her zamankinden fazla. Bunun bir yazar için büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa iyi bir yazar, kötü yazarların asla başaramadığı suçsuzluk isteğini, çocuksu saflık istekliliğini yüreğinde taşımalıdır. Dünyanın bu gün aldığı eğriliğe karşı çarpışmanın bundan başka bir yolu yoktur çünkü. İnsanlığın eski, güzel bir takım niteliklerinin şimdi neden bu hale geldiğini kafasına takmış olmalıdır. Özel olarak biz ise, köprünün en dar yerinden geçtiğimiz şu sıralarda, gelip içimize kadar sokulmuş bulunan vahşi "doğal seleksiyon" yasalarının uğultusuna, içimizde başlayan çürümenin, kangrenin nabzına kulaklarımızı iyice dayamalıyız. Not: Selahattin Yusuf bugün saat 16:00-19:00 arasında, Tüyap Kitap Fuarı, Birey Yayınları standında okuruyla buluşup kitabını imzalayacak.
Fadime ÖZKAN
|
|
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi |
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|