PROF. BERKSOY'A GÖRE DEVLET YILLARDIR YAPTIĞI HATANIN MALİYETİNİ VATANDAŞA ÖDETİYOR
Batan banka kıyakçı ekonominin ürünü
GÜN geliyor bankacılıkta, gün geliyor sanayide, gün geliyor tarımda kıyak yapıyoruz. Anlayışımız "kıyakçı" ekonomidir. Bunun maliyeti de devletin üzerinde kalıyor. Devlet bu maliyeti dağıtmaya kalkınca da sistem her taraftan patlak veriyor.
Bu yaşadığımız fırtına neyin nesiydi. Kriz neden ve nereden başladı?
Kriz için birden fazla senaryo ve değerlendirme var. Ekonomiyi izleyenler arasında da bu konuda bir uzlaşmazlık var. Ekonomiyi yönetenlerin hareket tarzlarını izlerseniz ciddi değerlendirme hataları olduğunu görürsünüz. Krizin nedenlerine ortak bir teşhis konulabilmiş değil. Birinci senaryo şu: Dedikodular oldu ve bu dedikodular ekonomiyi sarstı. Bu tabii çok sığ bir değerlendirme çünkü bu dedikodular hep vardı ve her zaman da olacaktır. Zaman zaman artar, azalır. Başka bir senaryoya göre, niyeti kötü iki banka karşılıklı olarak işlem yapmadıkları için likitide akımı durdu. Doğru, bu oldu. Ancak bankalararası tıkanmanın bu çapta bir krizi ateşlemesini pek mümkün görmüyorum.
Sizin analiziniz nedir?
Her sene, yılın bu döneminde bankalar bilançolarını daha düzgün hale getirip açık döviz pozisyonlarını kapatabilmek için döviz talebi yaratırlar. Ayrıca, kısa vadeli yabancı sermaye hem portföyünü dengelemek hem de kâr amacıyla dışarıya kaçar. Bu da döviz talebi yaratır. Bu yıl biraz daha önce olmakla birlikte, her yıl tekrarlanan bir döviz talebinin nedeni budur. Tabii, bunun hacmini artıran bazı etkenler olmuştur...
"Hacim artması" deyimi kafi gelmeyecek, basbayağı kriz yaşandı...
İstikrar programları ekonominin aktörlerinde yorgunluk yapar. Sıkışıklıklar yaratır amacı da odur. Siyasi yükler yaratır, dolayısıyla siyasetçinin bu yöne ilgisi azalır, gevşer. Programın siyasi yükünü kaldırılıp kaldırılamayacağı konusunda kararsızlık başlar. Sokaktaki insan yorulur... İnsanlar sokaklara dökülerek hak arayışına başlarlar. Yorgunluklar bu döneme rastladı. İşte bu ilgi gevşemesi, yavaşlama dışarıdan risk olarak okundu.
İki haftada 7 milyar dolar civarında dövizin yurt dışına kaçması nedeniyle bunun küresel bir sermaye hareketi olduğu tezi de var.
Muazzam bir para çekilmedi. İstikrarı kaybederseniz para gider. O paraların Türkiye'ye gelişini okudunuz mu bir yerde. Yok, çünkü adam hesabını yapıyor geliyor, hesabı tutmayınca da gidiyor. Bu tür krizler; 90'ların başından beri dünyanın her yerinde oluyor. Sadece gelişmekte olan ülkelerde değil İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde oluyor. Sayın Başbakan bu krizi spekülatörlerin "mazarat çıkarması" şeklinde anladı." Böyle bir şey yok. Daha çok Türk Lirası likitidesi daralması var.
Kabul etmek lazım durup dururken ortaya çıkan bir daralma değil. Dövize olan talepten kaynaklandı.
Dövize olan talepten ama, bu dönemde dövize talep olacağı belli. İstikrar programınızın gereği Merkez Bankası net iç varlıklarına koyduğunuz hedefin limitinde olduğunuz da belli. Dolayısıyla bu döviz talebinin doğuracağı likitide krizini aşmak için bir planınınız programınız olması lazım. Yoksa, faiz oranınız yükselir. Spekülatif atak niteliğindeki finansal krizlerde kuru savunmak isteyen siyasal otoritenin elinde iki tane araç var. Bir rezervleri bir de ulusal paranın fiyatı, yani faiz oranı. Rezerv eriterek bir yandan da faiz oranını yükselterek, -çünkü rezervi eritmeye başladığınız zaman faizler yükselir- TL faizini yükseltip aktörlerin tercihini dövizden ulusal paraya çeviriyorsanız bir de bunun karşıtına bakmak lazımdır. Eğer böyle değilse, gerçekten mutlaka dışarıya gidecek veya sistemden çekilecek bir döviz talebi varsa döviz talebinin spekülasyonla bir bağı yok, dolayısıyla bunun faiz oranına karşı da duyarlılığı yok. Bu durumda hem rezerviniz erir, hem de boşu boşuna faizi yükseltmiş olursunuz.
Her yıl çeşitli boyutlarda tekrarlanan bir problemden söz ediyoruz. Bunu, finansal sistemimizin dayanıklılığına mı yoksa kronik rahatsızlığına mı yormak lazım?
Hiç dayanıklı değil. Sade finansal sistem değil sistemin yönetiminde de hata olduğunu düşünüyorum. Bu krizin yanlış algılandığını, kötü yönetildiğini ve ekonomiye lüzumsuz bir sürü maliyet yüklendiğini söyleyeyim.
Ortaya çıkan fatura, ödenmesi gereken maliyet ne oldu?
Bunun dört maliyeti var. Birincisi, mali sektörde ciddi hasar yaptı. Anlık karar alan, anlık kararlarla fonları yönlendiren bir sektör uzunca sayılabilecek bir sürede hiç olmayacak faizlerle işlem yapmak zorunda kaldı. Gecelik, yüzde 1700'lere varan faziler ortada... Bunun bankaların mali yapılarını fevkalade sarsacağını sanıyorum.
Şimdi yara daha sıcak. Bunu herhalde, üzerinden zaman geçip hasar tespiti yapıldığı zaman göreceğiz.
Evet, biraz zaman alacak ama er ya da geç görülür. İkinci hasar, krizin baştan bastırılamaması ve faizin üzerine gidilememesiyle oldu. Bankalara yansıdı ve krediler geri çağrıldı. Dolayısıyla reel sektörde faaliyet bıçak gibi kesildi. Yüksek faiz, tüketim talebini caydırdı. Bu da önümüzdeki seneye, özellikle istikrar programına olumsuz yansıyacak. İki tane daha önemli hasar oldu. Programın kredibilitesi azaldı. İçeriden ve dışarıdan bakanlar, bunu programın başarısızlığı olarak okurlar, kredibilite azalır. Halbuki başarılı giden bir programdı. Kredibilite kaybı, risk algılamasının yükselmesi demektir. Bunu faize yansıttıkları takdirde de önümüzdeki dönemde bir süre en azından 2001'in ilk çeyreğinde faizler yüksek olacak demektir.
Bu söylediğiniz piyasa davranışı ve tasarrufçu açısından önemli. Sizce, faizler kriz öncesi seviyeye inemeyecek mi?
Kriz başlangıcında faiz, 30-35 aralığına yerleşmişti. Krizden sonra daha yüksek bir düzeyde olacak ve risk algılamasından doğan fark faizlere eklenecek. Dışarıdan yine para gelir, işlemler normalleşir ama faize yansır. Dördüncü hasar da siyasi iktidarın kredibilesinde oldu. Krizi anlayamadılar. Geç devreye girdiler ve yanlış araç kullandılar. Dahası, krizi söndürmek için dışarıdan itfaiye çağırdılar. IMF geldi...
10 milyar dolar... Çok da su getirdiler, değil mi?
Kimse kimseye beleş su taşımaz. Geldiler bir dizi koşul dayattılar. Bunları şimdi takvime dayadılar. 14 Aralık'ta bu iş bitsin dediler. Bitmese ne olacak? Dışarısı da içerisi de, bunu bir zaafiyet olarak algılayacak.
Bu, ekonomik istikrar dediğimiz şey nihayet dışarıda kaçan 6-7 milyar dolara bağlı görülüyor. Yıllardır sıktığımız kemerin kıymet-i harbiyesi yok mu?
Programın dinamiğini dışarıdan gelen sermaye hareketine bağlarsanız bu sıkıntıyı hep yaşarsınız.
Krizi aşma paniğiyle, IMF'ye fazla mı taviz verildi?
Kendinizi çok çaresiz konuma sürüklerseniz, bu kaçınılmazdır. Biz bunu mekteplerde ders olarak okuturuz. En kötü yönetim stres altındaki yönetimdir. Bu durumda herkes gelir bir şey dayatır.
Yıllardır atılamayan özelleştirme adımları bir gecede atıldı. Krizlerin, yapısal değişim için bir fırsat olarak kullanıldığı açık değil mi?
Bütün dünya bunu tartışıyor. IMF'in krizleri algılayamadığı ve yanlış müdühaleler yaptığı öne sürülüyor. Bizdeki çok açık. Gerçekten bu, döviz kuruna saldırının tetikledeği bir kriz olsa rezervi ver, likitideyi sık, faizi yükselt bunu geri çevir. Değilse, tamamen programından gelen bir likitide sıkışması ise boşu boşuna faizi tavana yükseltirsin. İşte, Türkiye'de yaşanan kriz, ileride IMF'nin katı tutumu ve herşeye tek gözlüklü bakışına bir örnek olarak gösterilecek. Örnek vak'a olacak yani... IMF her olaya aynı kalıpla bakan, algılaması düşük bir kurumdur.
IMF, bir anlamda büyütülmeden çözülebilecek bir kriz üzerinden fırsatçılık mı yapmış oldu?
Bir anda söndürülebilecek bir alevi büyüttük ve IMF geldiğinde şunu söyledi: Özelleştirme yapın! O andaki olayın çözümü o değil. Önce yangını bastırırsın sonra oturur konuşursun. Zaten konuşuldu, niyet mektuplarında var. IMF ise, "Biz bu yangına suyu sıkarız ama sen alt katı boşalt, yan taraftan da bir kapı aç" diyor. Tabii, çaresiz hepsini kabul edersiniz. Ben, IMF'nin tavrından başından sonuna kadar rahatsız oldum. Olay soğuduktan sonra bizim IMF'yi sorgulamamız lazım.
Krizden ağzımız yanınca, "klasik solculuk"un zamanı geldi galiba...
Klasik solculuk şu; "IMF gelir, bizim aleyhimize emperyalist politikalar uygular." IMF kendi kendine gelmiyor, sen ekonomini yönetemediğin için çağırıyorsun. "O arkadaşıma bir banka, öbürüne bir fabrika vereyim" diyerek ekonomiyi darmadağın edersen ve üstelik bunu da uzunca bir süre dünyadan gelecek kısa vadeli sermayeye yüklersen dayanırsın adamın kapısına. Ama, şunu sorgulamak lazım: Gittiğin yer doğru yer mi, aldığın ilaç doğru ilaç mı?
Bir yandan özelleştirme baskısı altında yaşayan, bir yandan da bankalarını devletleştiren bir ülke olma paradoksundan nasıl çıkacağız?
Bir yandan liberalleşme için açılmışız saçılmışız. Bir yandan özelleştirme gibi büyük bir gürültü peşindeyiz. Bir yandan da üç kamu bankasının özelleştireceğim diye yasa çıkarırken 6 tane özel bankayı devletleştiriyorsun. İktisat iki şeyi kaldırmaz. Bir, yönetici aktörlere salak diye bakarsa bu olmaz. O salak günün birinde döner tokadı atar, atıyor da. İkincisi, strateji ve politika eksikliğini de kaldırmaz. Bizde ikisi de var ve bu paradoksun temelinde bunlar yatıyor.
Bu krizden, öğrencilerinize anlatacak hangi dersleri çıkardınız?
Krizden çıkacak en önemli ders, ekonomi yönetiminin teknik olarak daha donanımlı olması gerektiğidir. Ayrıca, bu ve benzeri krizlerin bize söylediği bir şey var. Dışa açılma tercihiniz varsa, iki şey yapmalısınız. Piyasalarınızı düzgün işleteceksiniz ve ekonominizi istikrar içinde tutacaksınız.
Sizce, bu krizin telafisinden bir de devalüasyon çıkar mı?
Hayır gerek yok. Bana kalırsa, krizin birinci günü de yoktu bir ay önce de yoktu. Ayrıca, devalüasyon bir şeyi çözmez. Merkez Bankası'nda yeterince döviz var ve ayrıca yeni döviz geliyor. Doğrusu, bizim iktisadi aktörler de fazla panikliyorlar. Öyle dedikodular ve senaryolar dolaştı ki ortada, bunları konuşanlar bizim okulda birinci sömestrden ikinci sömestre geçemezler.
Sistem mükemmelleşiyor gibi görünüyor ama bir yandan dedikodular giderek yaygınlaşıyor. Bu, Türk usûlü liberalizmin sonucu mu?
Dedikodu her yerde vardır. Bizim aktörler daha bu oyunun yenisi. Dolasıyla, piyasalar çok kolay manipüle edilebiliyor. Tabii, borsanın büyük manipülatörlerinin bunlardan etkilendiği falan yok. Kendileri üflüyorlar bunları. Olan aşağıdaki küçük oyunculara oluyor.
Prof. Dr. Taner Berksoy
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, akademik hayatına Hacettepe Üniversitesi'nde başladı. Doktorasını İngiltere'de Cambridge Üniversitesi'nde yaptı. Hacettepe'de doçent, Marmara Üniversitesi'nde profesör oldu. Bir yıldan beri de Bilgi Üniversitesi, İ.İ.B.F Dekanlığı görevini sürdürüyor. 1990'dan bu yana Cumhuriyet'te köşe yazan Prof. Berksoy aynı zamanda Kentbank'ın da yönetim kurulu üyesi.
Zekeriya bey polisliği bırakıp planını açıklamalı
Bizim sistemimiz gerçekte kaç bankayı kaldırabilir?
Bu önemli değil çünkü, çarpıklık sadece banka sayısıyla ilgili değil. Sektörün yapısına bakın, çok küçük banka var ama 4-5 büyük banka sistemi taşıyor. Oligopol var yani. Kökeni nereden geliyor, bu işi taşıyıp taşıyamayacağı belli mi, birikimi var mı... Bunları sorgulamadan bir sürü adama, bir sürü banka verilmiş.
Bu neden oldu?
Neden olacak, bizim olaya bakışımızdan. Bizim anlayışımız "kıyakçı" ekonomidir. Gün geliyor, bankacılıkta, gün geliyor sanayide, gün geliyor tarımda kıyak yapıyoruz. Bunların hepsinin de bir maliyeti var ve bu maliyet devlet dediğimiz soyut yapının üzerinde kalıyor. Devlet de bu maliyeti bir şekilde dağıtacak. O zaman da her taraftan patlak veriyor.
Birkaç banka bir bankayı batırabilir mi?
Batırdılar işte Demirbank'ı. Ama, belli ki Demirbank'ta da kötü bir Hazine yönetimi var yani bir beklenti hatası var. Cıngıllıoğlu da "Ben banka olarak Hazine'ye yardım ettim" dedi. Senin banka olarak Hazine'ye yardım etmek gibi bir görevin yok ki. Sen kendi kârlılığına bakacaksın. Oradan, "Ben bunca yıl Hazine'ye yardım ettim. Şimdi sıkıştım bize de bir kıyak yapılmadı" gibi bir ima çıkıyor. Bunu herkes bekler ama, bu tarafın kıyak yapacak hali kalmamış...
Banka operasyonundan, sistemi rehabilite edecek bir sonuç çıkabilir mi?
Hayır rehabilitasyon falan yok. Bir batağı özel alandan alıp devletin sırtına yükledik. Olay bu.
Fonun elindeki 11 bankanın, sisteme kazandırılması konusunda bir ipucu yakalabiliyor munuz?
Açıkçası, Bankacılık Denetleme Kurulu'nun bankacılık sistemine bakışı nedir, rehabilitasyon programı nasıldır bilmiyoruz. Hiçbir şeffaflık yok. Bakın Hazine, 1994 krizinden sonra fevkalade şeffaflaştı. Artık ne yapacağını üç ay öncesinden ilan ediyor. Bu durumda, Bankacılık Denetleme Kurulu'na çok iş düşüyor. Eğer, Zekeriya Bey polislik dışında iş yapacaksa yani herşeyi "mazarat"çılara yükleme tavrından vazgeceçekse bir şeyler olabilir. Bize, ne yapacağını, bu bankaları nasıl rehabilite edeceğini söylemesi lazım. Banka sisteminin ilkelerini de, bankaları hangi kritere göre gruplayacağını da şeffaf biçimde açıklaması lazım. Aksi takdirde bu önemli kurum hızla işlevini kaybedecek.
Siz de banka yönetim kurulu üyeliği yaptınız. İktisat teorileri bizim bankacılık pratiğiyle ne kadar uyuşuyor?
Benim iki banka deneyimim var. Toprakbank'ta benim algılarıma göre sermayeyi temsil eden düşüncenin hem bankacılığa hem de ekonomiye bakışında problem gördüm. Uyuşmadı yani. O yüzden oradan ayrıldım.
Banka sahiplerinin sorunu, aile şirketi yaklaşımından mı kaynaklanıyor?
Tam olarak bu değil. Daha çok, Türk işadamlarının banka denen olguyu algılamalarından kaynaklanıyor. Türkiye ekonomisinde bankacılıktan daha kârlı alanlar var. Bu iş, herhangi reel sektör gibi değil. Bir kere gelen sizin paranız değil. Kredi kullandırdığınız için risk alıyorsunuz. Ama, siz bizzat kendi riskinizi hesaplanamaz bir şekilde bankanızın üzerine yaymaya başlarsanız, bankacılık temel işlevinden sapıyor.
|