Toplum hayatında muhtevasında mutabık olmamız ve yaşatmamız gereken kimi kavramlar var. Hak ve hukuk gibi, adalet gibi, iyilik ve kötülük gibi, suç ve masumiyet gibi… Ahlak da o kavramlardan biri, diğerlerinin de temel dayanağı olması bakımından belki çok temel bir noktada duruyor hatta. Her toplum, ‘ahlak’ın ne olduğu, neyin ahlaklı olduğu, neyin olmadığı konusunda belli bir mutabakat sahibi olmalı, bu muhtevaya saygı göstermeli. Bu ortak anlayış ve kabul, beraber yaşamanın temel güvencelerinden
Toplum hayatında muhtevasında mutabık olmamız ve yaşatmamız gereken kimi kavramlar var. Hak ve hukuk gibi, adalet gibi, iyilik ve kötülük gibi, suç ve masumiyet gibi… Ahlak da o kavramlardan biri, diğerlerinin de temel dayanağı olması bakımından belki çok temel bir noktada duruyor hatta.
Her toplum, ‘ahlak’ın ne olduğu, neyin ahlaklı olduğu, neyin olmadığı konusunda belli bir mutabakat sahibi olmalı, bu muhtevaya saygı göstermeli. Bu ortak anlayış ve kabul, beraber yaşamanın temel güvencelerinden biri… Bu mutabakat sağlanamaz, bu kavramsal birlik tesis edilemezse, huzur ve esenlik içinde seyreden bir toplumsal hayat inşa edilemez. Toplumsal hayatın selameti böyle ortak bir anlam zemininin oluşturulabilmesine bağlı...
Ahlakı bizler varlığın sahibi olan Allah’ın doğru istikamet üzere olmamız için koyduğu temel ilkeler üzerinden anlıyor ve anlamlandırıyoruz. Hangi inançtan olursa olsun yeryüzündeki milyarlarca insan için ahlakın temeli ve dayanağı dindir. Ancak buradan bakarak seküler bir anlayışta olanların ahlaksız olduğu sonucuna da varamayız. Onların da temel evrensel kabuller doğrultusunda şekillenen bir ahlak anlayışları vardır ve bu ahlaki doğrulara sadık kalabilirler. Bu evrensel ilkelerin kökeni konusunda tartışmalar olduğunu biliyorum; inançlı kimseler olarak bizler iyilik ve kötülük başta olmak üzere temel bütün kavrayışlarımızın inanç temelli olduğunu kabul ederiz, başkaları da başka şeylere inanır, kendilerince etik izahlar geliştirebilirler. Bunu uzatmayacağım, çünkü okumakta olduğunuz yazının konusu bu değil…
Peki bu yazının derdi ne? İzah etmeye çalışayım… Malumunuz, güncel hadiseler içinde zaman zaman ahlak yoksunluğu ile bağdaştırdığımız kimi vahim şeyler yaşanabiliyor. Aramızdan kimileri, ahlakın temel doğrularıyla ve insafla ölçüleriyle uyuşmayan ve belki zaman zaman insani sınırları da fevkalade aşan yüz kızartıcı işlere bulaşabiliyor. Maşeri vicdanı yaralayacak cürümler işleyebiliyor. Yaşanmasını hiç istemediğimiz bu nevi hadiselere bakışımızda sadakatle bağlı kalmamız gereken hakkaniyet ölçüleri, kriterleri olmalı. Esasen hukuk da, ahlak da, ‘etik’ de bu ölçüleri beyan etmiştir ve bunlar asırlardır insanlarca ortaklaşa kabul ediliyor. Ancak son zamanlarda bu ortak çerçeve çokça unutulur, suçun şahsiliği ve kişiye özel şartları göz ardı edilir hale geldi. Toplumsal kimlik krizleri, değer farklılıkları ve bundan doğan karşıtlıklar, sosyo-psikolojik tabandaki sökülmeler kişilerin yargılarında hakkaniyetli olmalarının önüne geçer noktaya geldi. Bugün ne yazık ki, birbirleriyle kimlikleri üzerinden çatışır durumdaki farklı toplum kesimleri, toplumdaki vahim mutlaka cezalandırılması gereken birtakım hadiselerin negatif yükünü birbirlerinin üstüne yıkmak için fırsat kolluyor. Bu sadece toplumsal beraberliği tehdit eden, huzuru kaçıran, gerilimi yükselten bir şey olarak değil; asırlardır üzerinde mutabık olduğumuz ve asla tartışmaya açılmaması gereken ahlaki ve hukuki ortak kavramların sağlıksız biçimde dönüşmesi, dejenere olması ve nihayetinde toplumsal beraberliğin temeli olan ortak paydanın, ilkesel yerçekiminin ortadan kalkması anlamında da son derece tehlikeli bir durum…
Dikkat ederseniz bu değerlendirmeyi yaparken toplumsal kesimleri birbirinden ayırmadım. Modern dönemlerde kimlikler, o kimliklerin beraberinde gelmesi gereken ahlaki hassasiyetleri yanında taşımayabiliyor çünkü. İnsanlar hem kendilerine Müslüman deyip hem de ahlaksızlık yapabiliyorlar mesela. Hem evrensel insani değerlere inandığını iddia edip hem zalimin karşısında ve mazlumun yanında olmayabiliyorlar. Burada yapılacak olan kişilerin kendi değerlerine sadakat göstermiyor olduklarını görmektir. Yoksa suçu kendi değerlerine sadakat göstermeyen bu insanlardan alıp o değerlere yaftalamak değildir.
Yeryüzünde kötülüğü teşvik eden hiçbir sahih inanç sistemi yoktur. Bir inanç sistemini, açık seçik men ettiği kötülüklerle itham etmenin iyiniyetli, makul, anlamlı bir izahı yoktur. Gazze hadisesinden sonra sokaklara çıkarak mazlumun yanında duran kalabalıklarda açıkça gördük ki seküler etik anlayışlarının da kendi değerleri üzerinden doğruları var ve bugün buna uygun davranan pek çok insan yaşıyor yeryüzünde. Sorun ölçülerin olmamasında değil; özellikle bizim toplumumuzda yaşanan gerilimlerin bir neticesi olarak zaman zaman bu ölçülerin kaybediliyor olmasında… Toplumsal karşıtlıkların ortaya çıkarttığı öfke, bugün insanlarımızın meseleleri aklıselimle değerlendirmesinin önüne geçiyor büyük ölçüde. Doğruluk kriterlerini kaybeden toplumların doğru istikamette gitmediği herhalde bir vakıadır ve bunun üzerinde herkesin çokça düşünmesi lazım!