Suriye'nin kuzeyindeki Halep ilinin batı kırsalında, 27 Kasım'da, Esed rejimi güçleriyle rejim karşıtı silahlı gruplar arasında çatışma başlamıştı.
28 Kasım'da Halep'in batı kırsalından merkeze doğru hızla ilerleyen rejim karşıtı silahlı gruplar, 30 Kasım'da merkezin büyük bölümünü ele geçirmişti.
30 Kasım'da Han Şeyhun ilçesini alarak tüm İdlib genelinde hakimiyet sağlayan silahlı gruplar, Hama ilinde de çatışarak ilerleyişini sürdürüyor.
Suriye Milli Ordusunun Halep kırsalında 1 Aralık'ta terör örgütü PKK/YPG'ye karşı başlattığı Özgürlük Şafağı Operasyonu'nda ise Tel Rıfat ilçe merkezi terörden kurtarıldı.
Rusya ve İran, Esed rejimine koşulsuz destek açıkladı.
TVNET'te, Nedret Ersanel moderatörlüğünde canlı yayınlanan Akıl Odası programında Ortadoğu'da yaşanan güç savaşları masaya yatırıldı.
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, bölgedeki kavgaların sebeplerini geçmişten günümüze kısa bir özetle aktardı.
"Şimdi bir süreci yaşıyoruz. Önce bunu tüm nesnelliğiyle, maddeleriyle görmemiz lazım. Türkiye'deki tartışmalara baktığımda, bilinen her şeyin fazlasıyla öznelleştirildiği bir eğilim görüyorum. Bu öznelik bulaşıcı bir şekilde insanlar arasında bir toz duman üretiyor. Bu nedenle pek çok şey anlaşılmadan, görünmeden kalıyor.
Hikâye şu: Duvarın yıkıldığı andan itibaren başlayan bir hikâye bu. Soğuk Savaş’ın sona erdiği 80’lerden sonra başlayan bir hikâye. Bir Atlantik dünyası var. Bunun sert çekirdeğini oluşturan iki unsur, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere. Bir de kıta Avrupa’sı var. Burada kastedilen Almanya ve Fransa’dır. Üçüncü bir Avrasya var; bu da Rusya’dır.
Türkiye, coğrafi olarak Avrasya’da yer alıyor. Ancak Soğuk Savaş’ın etkisiyle zihinsel olarak kendimizi Atlantik dünyasına atmış durumdayız. Nihayetinde bir Asya var; bu da Çin demek. Şimdi aktörleri küçültelim: Çin, Rusya ve Almanya, bir blok oluşturuyor. Bunun karşısında Atlantik Bloku yer alıyor. Kavga, Avrupa’nın kontrolü için başlıyor. Eğer Avrupa yani Almanya ve Fransa, Rusya üzerinden Avrasya’ya, dolayısıyla Çin ve Asya’ya eklemlenirse, Atlantik dünyasının üstünlüğü sona erer.
ABD bu duruma bir çözüm bulmak istiyor. Peki, Körfez Savaşı neden çıktı? Neden Saddam bir sorun haline getirildi ve Irak işgal edildi? Dünya üzerinde başka diktatörler yokmuş gibi Saddam’a odaklanıldı. Mesele şu: Avrupa ile Avrasya arasındaki enerji bağlantısı. Avrupa, ucuz enerji sayesinde refah içinde günler geçirdi. ABD, bunu sona erdirmek için önce kendi kaynaklarını Avrupa’ya aktarmayı düşündü. Ancak o dönemde kaya gazı gibi teknolojiler yeterince gelişmiş değildi. Bu nedenle ilk akla gelen çözüm, Orta Doğu petrolünü Avrupa’ya taşımaktı.
Bu bağlamda en verimli petrol alanlarına müdahale edildi. Ardından yeni bir aşamaya geçildi. Rusya-Ukrayna savaşı ile Filistin-İsrail savaşı arasında çok güçlü bir ilişki var. Bu ilişkilerin temelinde enerji ve ticaret yolları yatıyor. Alternatif bir Asya stratejisi geliştirildi ve bu strateji Hindistan’ı, Körfez ülkelerini, İsrail’i ve Doğu Akdeniz’deki doğal gaz kaynaklarını kapsıyor. Amaç, bu kaynakları Avrupa’ya ulaştırmaktır.
Çin, İran ve Rusya üzerinden oluşan birikimi dağıtmak istiyorlar. Bu nedenle İsrail sahneye çıktı. İsrail’in bu süreçteki rolü, yalnızca İran karşıtlığı değil; aynı zamanda Rusya ve Çin’e karşı da stratejik hamleler içeriyor. Örneğin, Rusya’nın Tartus’taki üssüne bir saldırı gerçekleşirse, şaşırmamalıyız.
Kavga büyük. Çin, İran, Rusya ve hatta Pakistan için bu durum ölümcül bir risk taşıyor. Şu anda Putin, tüm Rus dış politikasını Orta Doğu üzerine yoğunlaştırmış durumda. Bu sürecin giderek daha sert bir hesaplaşmaya evrileceğini, karmaşık senaryoların ortaya çıkacağını ve kısa vadede sona ermeyeceğini söylemek mümkün.
Türkiye’ye gelince, bir zamanlar Esed ve Erdoğan aileleri birlikte görüşürken, bir anda keskin bir husumet ortaya çıktı. Bu durum, Türkiye’nin bölgedeki konumunu ve ilişkilerini de doğrudan etkiliyor.
Kolay mı? Siz düne kadar oturup ailece görüşüyorsunuz, sonra birden işler tersine dönüyor. Bu durum, “Dün böyle diyordu, bugün böyle diyor” gibi basit bir yaklaşımla açıklanacak bir şey değil. Bunun arkasında bir hikâye var: Petrol nereden gelecek, hangi güzergâh üzerinden taşınacak?
Sonra Türkiye bir şey daha fark etti. Türkiye’yi dışarıda bırakan bir İngiliz planı vardı. Amerika ise orada Kürdistan’ı kurdurup bu bölgeden petrol akıtmak istiyordu. Türkiye bunun üzerine ne yaptı? Kendi göbeğini kendi kesmek için harekete geçti. Kendi hattını oluşturmak üzere Rusya ve İran’la oturup konuştu.
Bu süreçte Soçi süreci ve Astana görüşmeleri ortaya çıktı. O zaman biz de dedik ki: “Bu çok iyi bir şey. Bölge ülkeleri, karşılıklı çıkarlar üzerinden ortak bir siyaset geliştirecekler.” Niyet belki böyleydi, ancak fiiliyat böyle olmadı. Hiç olmadı.
Bakın, Rusya ve İran, Türkiye’yi anlamadı. Hatta anlamazlıktan geldiler. Türkiye’nin bu konuda defalarca uyarı yaptığı, Dışişleri Bakanlığı’nın basın toplantılarında da dile getirildi. Kibarca söylemek gerekirse Türkiye adeta şu mesajı verdi: “Elli kere söyledik böyle olacağını, ama anlamadınız.”
Şimdi şu soruyu soralım: İran, Suriye’de kaybederse kim zarar görür? Tabii ki birinci derecede İran çok zora düşer. Bunun etkileri muazzam olur. Aynı şekilde Rusya kaybederse, bu da çok büyük bir kayıp olur. Ancak Türkiye için durum daha da kritik; bu bir hayat memat meselesidir.
Türkiye’nin bu meselede, terör tehdidinin sona erdirilmesi için Esed’ı ikna ederek PKK’nın Suriye’de barınmamasını sağlaması ve ortak hareket edilmesi gerekiyordu. Eğer bu şekilde bir sonuç alınsaydı, işler farklı olabilirdi. Ama bu olmadı."