Bir dönem efsane olan Yalnız Değilsiniz romanının yazarı Üstün İnanç, Necip Fazıl'ın Sultan Abdülhamit oyununu sahneye tebliğ için koyduğunu söylüyor. Başörtüsü dramını ise kimse yazmayınca kendisi yazmış.
Ben gazeteciyim. Tashihten sayfa sekreterliğine, yazı müdürlüğünden köşe yazarlığına, yayın yönetmenliğine kadar yaptım. O zaman böyle etli değildi gazeteler. En son Tercüman'da çalıştım. Ayrılmak zorunda kaldım. İş yok. Bulamayınca roman yazayım dedim.
Hayır. Hatta başörtüsü olayları başlayınca bunu bir roman yazarı yazar herhalde dedim. Çünkü bu bir dramdır. Romancının koşacağı yer de dramları yakalamaktır. Halbuki bizde ideoloji var. Öyle olunca bizden değildir diyorlar. Halbuki insan insandır. Birkaç kişiye bunu yazın dedim. Yapmadılar. Kendim yazdım. Hatta Üstün İnanç müsteardır, bir bayan yazmıştır bu kitabı dediler.
Bir romancı her şeyden çok empatiyi öne alır. Romancı onu yapmak zorundadır. Yoksa romancı olmaz, öykücü bile olmaz. Bana telefonlar geliyordu, “Serpil Hanım'la görüşebilir miyim” diye. İzmir'de diyordum, ne diyeyim. Romanla daha tanışmıyordu bizim mahalle. O yüzden bu romandır derken tereddüt ediyordum.
O ara ufak bir gazetede ufak bir ücretle genel yayın yönetmenliği yapıyorum. Yalnız Değilsiniz'i orada tefrika etmeye başladım. Tefrika ettikçe filmlerini kesip sakladım. Onları topladım, biraz da borç aldım. Uyduruk bir kapakla bastırdım. Çok kötüdür o ilk baskının kapağı. Hatta Mehmet Niyazi “Kâbus gibi rüyalarıma giriyor o kapak” dedi. Napalım, para yok kapak tasarımı yaptıralım. Kitabı kendim bastım. Yayın piyasasını da bilmiyorum. 5000 tane bastım. Arkadaşlar “Ne yaptın 5000 tane bestsellerlar satıyor” dediler. “Eyvahlar olsun” dedim, napalım.
Posta kutusuyla satmaya başladım. 3000'e indi. Arkadaşım Almanya'dan aradı. “Elimize romanın geçti, kaç tane var, alalım” dedi. 2000 tanesini aldı. 1000 tanesi de burada satıldı. İkinci baskı güven sarsıcı bir yayınevinde oldu. Genç bir arkadaş. Gelip gidiyorum “Kitap bitmedi abi, yenisini istiyorlar” diyor. Kurnazlığı görüyor musunuz? Yenisini yazacakmışım, eskisi öyle bitecekmiş. Halbuki sürekli basıp basıp satıyormuş. Neyse ki kitabı kurtardım oradan. Sabri Dereli arkadaşımdır, Tuğra Yayınevi'ni kurdu. O zaman rahatladık. Uzun zaman onla çalıştık, diğer romanlarım dahil.
Bir arkadaşım Yimpaş Marketler zincirinde Kırıkkale müdürüydü. Bana uğradı, ona bir kitap imzaladım. Bir tane de Dursun Uyar'a istedi, yönetim kurulu başkanı. Sonra Mesut Uçakan ona gitmiş. “Yardım et de bir şeyler yapalım” demiş. Dursun Uyar da “Ben gıda satıyorum. Bu işlerden anlamam ama Yalnız Değilsiniz diye bir roman var. Onu çekersen para veririm” demiş. Mesut Uçakan da “O Üstün İnanç bizim abimiz” demiş. Böylece film oldu, arkasından da devamını, Sonsuza Yürümek'i çektik.
Evet, bir telefon zinciriyle oyuncuları arayıp kilitlemişler. “Bu filmde rol alırsan Yeşilçam'da bir daha iş yok sana, hayat yok” gibi tehditler. İsmimi fazla verme diyerek Metin Serezli yardımcı olmuş. Bir iki oyuncuyu o bulmuş.
Hayır. O zaman anladım ki roman ayrı film ayrı. Kapris gibi geliyor insanlara ama. Anladım ki ortak noktası senaryo. Ondan sonra senaryoya daha çok eğildim.
Abdurrahman Şen koymuştur bu adı. Abdurrahman, Beyaz Sinema adını vererek sanat akımı olarak ayırmak istiyordu ama olmadı, yapamadılar. Türkiye'de bu acayiplikler var. Yalnız Değilsiniz toplumun bir dramıydı. Solcu da olsa biri el atıp yapmalıydı ama yapmadılar. Siz onu çekin, biz onu çekelim. Allah çektirmesin. Orhan Veli salatayı aslında hiç sevmezmiş ama şiiri var. “Çok sevdiğim salatayı aramaz mı olacaktım. Ben böyle mi olacaktım.” diye. Bu ne demek? Kendisi sevmiyor ama toplum seviyor. İşin sırrı bu noktadadır. Romancı olmadan önce evvela günah çıkarır gibi bir ideoloji içine giriyorlar.
Olmaz, olmamalı. Bilhassa topluma hitap eden sinema tiyatro. Hadi roman kendi başınıza oturup yazıyorsunuz ama sinemada olmamalı.
Ayşe Şasa, Ruh Macerası kitabında benden bahseder. O söyler “İlk tebliğ yapan Üstün İnanç” diye. Ben tebliğ için çıktım oraya. Halam Şehir Tiyatrosu'nda muhasebe servisi müdürüydü. Beni oyunlara götürürdü. Sahnede, kuliste koşar oynardım. Muhsin Ertuğrul kızardı bana.
Bir misyon özelliği vardır o işin. Yazan Necip Fazıl'dı. Üç beş meraklı amatör arkadaş, birkaç kuruş para ortaya koyduk. Abdülhamit o zaman müthiş nefret edilen bir isim. Nerdeyse zındık demez de Abdülhamit derdi okumuşlar. Öyle bir kültür sapması vardı. Üstad buna karşı çıkıyordu. Baskınlar, dayaklar, zulümler, engellemelere rağmen 519 temsil yaptık. Meşhur bir tiyatrocu, adını vermeyeceğim, büyük bir ekip kurdu ve Dünya Sineması'nı kiraladı İstiklal'de. Şimdinin 500 milyonuna denk gelen bir bütçeyle bizim oyuna nisbet “İttihak ve Terakki” oyununu sahneye koydular. Askerler üniformaları ile gelip oynadılar. 15 gün sonra battılar. Biz eleğimizi duvara astıktan sonra sol taraftan “Biz Abdülhamit'i yanlış tanımışız” diye yayınlar başladı. Zavallı Abdülhamit oyunumuzun katkısı oldu buna.
Tiyatro dekadansını yaşıyor. Çöküntü dönemine girdi. Tiyatrosuz insanlık olmaz. Tiyatro yeniden ve Anadolu'da kurulacak.
Tiyatro ve efsaneler içiçededir. Tragedya dediğimiz ilk tiyatro bize onları anlatır. Bunlar Anadolu'ya göçmüştür. Defne ağacı çok güzel bir kadındır. Zeus'un oğullarından biri elde etmek için kovalar. Anadolu'ya sığınır ve Anadolu'da bir ağaç olur. Kibele, Troya hepsi Anadolu'dadır. Böyle bir ortamda yeni tiyatro bizden çıkacak diye bir düşüncem var. Bunlar hepsi hammaddedir ve bu hammaddeden bir tiyatro çıkacaktır. Başka yolu yok.
Oğullarıma babam ve dedemden geçmiş. Irsi bir durum. Rahmetli babamın sesi çok güzeldi. Rahmetli Münir Nureddin'le babacığım nisbet ederlermiş. Büyükbabam neşetkar ustasıydı. Sadi Hoşsesler onun hayranıydılar gelip dinlerlerdi. Bende iş yok, sesim yanık kokar.
Bayağı gezdik. İlkokulu İzmir'in Kiraz ilçesinde okudum. O zaman şehirlerin dışında her taraf geriydi. Çarşamba günleri pazar olurdu. Köylerden çocuklar gelirdi. Kendi yufka ekmekleri arasına beyaz çarşı ekmeğini katık olarak koyup yerlerdi. Ben onları görür ağlardım. Yazın da İstanbul'a gelirdik, Kızıltoprak'a. İstanbul ise muazzam bir yer. İki kültürü bir arada yaşamanın faydasını gördüm.
Meraklıydım. Prizleri kurcalardım elektrik nerden geliyor diye. Hatta bir gün çarpıldım, şelale yaptı elektrik. Ama ömrümüz varmış. Gittiğimiz bir çay bahçesinde hoparlörden radyo sesi gelirdi. Kafamda sorardım “Bu ses nerden geliyor, Allah mı acaba” diye.
10 yaşımdan itibaren o kadar hırsım vardı ki okumaya, iki üç roman birden okurdum. Emile Zola gibi yazarların tercümelerini okurdum. Hamdi Varoğlu çok nefis bir Türkçe'yle çevirirdi. O zamanın zekası da başka oluyor. Kitabın neresinde kaldığımı araya bir şey koymaya ihtiyaç duymadan, direkt olarak açıp bulurdum.
İlla öyle olmuştur diye elimi ateşe sokamam ama babamın tesiri olmuştur. Çünkü onun yazdığı yazılar elime geçmişti, onları okurdum.
Eski İstanbullular bu yeni İstanbullu, eski İstanbullu ayırımlarına kızarlardı. “İstanbullunun yenisi eskisi olmaz” derlerdi. Anadolu'dan yerleşen insanlara yeni gelmiş denmesini ayıp karşılarlardı. O yüzden bu sorunun cevabı biraz komplekstir. İstanbul bir medeniyet merkezidir halen. Bir imparatorluğun içinde damıtılarak gelen kültürleri sentez yapmış, onu yaşamış ve yaşatmıştır İstanbullu.
18 - 19 yaşlarında şiir yazan bir arkadaş çevrem vardı. Ben de çekingen çekingen yazıyordum. Çok şiir yazan Nevzat diye bir arkadaşımız şiirlerimi okuyunca “Ya ne güzel şiirler yazıyorsun” dedi. Beni işletiyor sandım başta. Etrafımda öyle bir teşvik oldu. Bir iki şiirim yayınlandı. Sonra Necip Fazıl'la tanışınca bütün şiirlerimi termosifona doldurdum ve yaktım.
Aslında ikisi bir anda oldu. Bir gün arkadaşımla Yahya Kemal'in çınar altında sohbetlerine gittik Emirgan'da. Çekingen bir şekilde oturduk. Sesler hiç duyulmuyor. Boşu boşuna geldik dedim. Tam gidecekken Ahmet Hamdi Tanpınar bir şiir okumaya başladı. “Ne hasta bekler sabahı, ne taze ölüyü mezar..." Şiir bitti. İlk defa Yahya Kemal'in sesini duydum. “Fevkalade, fevkalade” dedi. Arkadaşa “Yahya Kemal de tam döktürmüş” dedim. “O Yahya Kemal'in değil, Necip Fazıl'ın” dedi. Kıpkırmızı oldum. O zaman üstadın Çile kitabı yoktu. Sonsuzluk Kervanı'nı alıp okudum.
Şiirlerim yayınlanmasın istiyordum. Edebiyat dergileri de hep solun elinde. Şair ve solcu bir abi vardı. Onun çömezi gibi peşine düştüm, aklım sıra şiirlerimi yayınlatacağım. Veriyorum şiir, “Bu aşk şiiri, bunlar demode, toplumsal içerikli yazacaksın” diyor. Bir gün Haydarpaşa'ya gidiyoruz vapurla. Şiirimi uzattım. “Ya yine aşk şiiri yazmışsın” dedi. Kendisinin de bir şiiri yayınlanmıştı, aşk şiiri. “Sen yazıyorsun ama. Hem Atilla İlhan'a ne dersin” dedim. “Atilla İlhan sosyalist, ben de sosyalistim” dedi. Bir taraftan da Necip Fazıl'a hayrandı. O esnada vapurda bir adamı gösterdi, Necip Fazıl. Rahmetli de elinde sigarası yakacak ateş arıyor. Hemen koştu sigarasını yaktı. Elinde şiirim var. Necip Fazıl “Oo meslekdaşız” dedi. Arkadaşım “Evet, bu arkadaşımın ama ben de şairim” dedi. Bizi evine davet etti Necip Fazıl.
Selamiçeşme'de bir köşk. Gittik. İlk defa orda yüz yüze görüştük. Muazzam bir derya. Ben bir derenin kenarına oturmuşum, şırıl şırıl dinliyorum sanki. Daha çok o solcu arkadaşla, biraz da tartışmalı oldu görüşme. Çıkarken bana “Sizinle konuşamadık” dedi. “Üstadım ben sizi buldum. Bundan sonra yakanızdan düşmem. Kapıdan kovsanız pencereden, pencereden kovsanız kapıdan girerim” dedim. “O zaman size bir kapıyla bir pencere yapalım” dedi gülerek. Tanışmamız böyle oldu.
Sinema tiyatro yazıları yazıyordum. Nuruosmaniye'den Çemberlitaş'a çıkan yolda Konyalı bir zatın lokantası vardı, yemekleri güzeldi. Üstad orada akşam yemeğine götürürdü. Yemekten sonra “Telifiniz ödenmiştir beyefendi” derdi. Telif beklemiyordum zaten. Sezai Abi de yazıyordu.
Evet. Bir gün oturuyoruz ofisinde, “Sezai'nin telifleri birikti. Ben sakar adamım, harcayıveririm sonra, gelsin alsın” dedi. Almış paraların hepsini üst üste çekmeceye koymuş. Sonra biz onu dinliyorduk, zaman kopmuş, gece yarısı olmuş. Bir tıkırtı oldu kapıda. Üstad çekmeceyi yavaş yavaş çekip kocaman bir tabanca çıkardı. Sessizce kapıya gitti. Bir açtı kapıyı, Sezai Abi. Yazısını atıyor. Öyle sessizce kapının altından atıp gidermiş. “Sezai nerdesin evladım” dedi. Üstadın vefatında en güzel yazıyı da o yazmıştır. Göğe Çekilen Kartal. (gözleri doluyor)
O rahatlığın getirdiği bir gevşeklik var. Bu işlerin seyri süluku nasıl oldu, insanlar neler çekti? Yalnız Değilsiniz'i yaşayanlar, yapanlar, Sultan Abdülhamit'i yapanlar unutuldu. Roman yazıyorum yine ilgi görüyor ama eskiden böyle değildi. Unutulduk biz. Kimse demiyor ki bu adam yıllarca köşe yazmış, çok ilgi görmüş. İnsana biraz üzüntü veriyor. “Nüfus kağıdın eskidi, yaşlandın” diye kendimi teselli ediyorum. Geçen TVNET sahur programına çağırdı beni. Sahur olmasına rağmen mail yağdı, telefon yağdı.
Eski bayramlar yoksul bayramlarıydı, şimdi para bol herkeste. Ama bu insan meselesi. Şimdi Allah razı olsun Süleymaniye'yi pırıl pırıl yaptınız. Fatih'i de yapmaya çalışıyorlar ama içine pırıl pırıl insanları sokamazsanız ne işe yarar? Fetihte Müslümanların ilk yerleştiği yer Zeyrek'tir. Şimdi orada mezbahalar kurulmuş. Ciyak ciyak zavallı hayvanlar bağırır. Burada ne tiyatro ne sinema ne roman olur. Çağı yakalayamamışsınız. Claude Farrere (Klod Farer) İstanbul'a hayrandır. Hangi İstanbul'a? 100 sene önceki. Ben şimdi 21. Yüzyıl'a girmişim, onun hayran olduğu İstanbul'u arıyorum. Ne kadar acı! Bayramlar da öyle. 100 sene öncesinin bayramını arıyorsunuz. Neden çünkü insanımız... üstü kalsın.