Bu ne hız Allah aşkına. Nereye bu koşu, bu koşuşturma? Tabakhaneye mi? Yaşadığımız çağın ulaşım ve iletişimin daha hızlı, yaygın ve kolay olmasıyla her ne kadar teknoloji çağı dense de haz ve hız çağı demek belki daha doğru olacaktır. Çünkü her şey dur-durak bilmeden, soluklanmadan öyle hızlı akıp gidiyor ki. İnsanoğlu ana karnından indiğinden beri, kısa bir süre emekledikten sonra, durmadan geziyor, gezeceği, gideceği yerler çok olunca daha hızlı araçlar kullanmayı seçiyor. Dünyayı turluyor. Yetmiyor. Hızını internet çıkalı beri kimi keşif, kimi turizm adı altında hiç durmadan gezip duruyor. Ama bir Evliya Çelebi de olamıyor kimse. Tüm bunları insanlığa faydalı bir kayda çeviremiyor. Yani kayda değer bir durum yok ortada. Geride kültür için bir şey bırakmıyor. Bir moda olarak, bir turist olarak, boş seyrederek, tüketerek, hatta mümkünse gidilen yerleri siyaseten hakim olarak sömürerek. Belki hayvan, bitki, tarihi eser kaçakçılığını bu kapsamda saymak mümkün. Tüm bu yavaşlayalım akımları olan Cittaslow veya Slow Food gibi akımlar da bu sebeple ortaya çıktığını hatırlayalım. Slow Food, 1986’da Carlo Petrini tarafından başlatılan uluslararası bir harekettir. Hızlı, ayaküstü yemek alışkanlığına (fast food) karşı alternatif olarak geleneksel ve yerel yemek ve yeme biçimlerini korumayı teşvik eder. Türkçe karşılığı “yavaş yemek” tir. Yavaş Hareketi’nin bir parçasıdır. Bir organizasyon olarak Arcigola organizasyonunun öncülüğünde Roma’da açılan McDonald’s karşı 1986’da başlatılmış. Yine aynı şekilde Cittaslow yani sakin şehir hareketi var. 1999’da İtalya’daki üç belediye başkanının girişimi ile 1999 yılında aşırı şehirleşmenin yarattığı hıza, sürekli tüketim hâline karşı olarak başlamış. Esasında toplam 27 kriter belirlenmiş, fakat bunlar 7 başlıkta toplanmış. Bugün bu kavram asıl halinden uzaklaşmış, turizm amaçlı cazibe oluşturma için kullanılmaya başlandı. Bütün bu akımlar, hareketler hıza karşı bir yavaşlama çağrısı da aynı zamanda. Ama yeterli mi, değil tabi. Bir sel gibi önüne kattığı herşeyi alıp büyük sulara, büyük denizlere götüren bir taşkın veya bir afetten farksız. Bizi götürdüğü yer kesinlikle durup düşünmeye bile fırsat vermeyecektir. Bir Kızılderili hikayesi olarak anlatılır. Kızılderili bilge atıyla günlerce seyahat eder. Oradan oraya gider, türlü şeyler yaşar. Sonra bir yerde sebepsiz durur ve beklemeye başlar. Yanındakiler bilgeye sorarlar: “Bilge insan burada bir işimiz yok, neden duruyoruz? Kızılderili bilge, “Çok hızlı yol aldık, ruhumuz geride kaldı. Şimdi biraz bekleyelim, dinlenelim ve ruhumuzla tekrar buluşalım” der. Yavaşlamak deyince bizim Karadenizli Kızılderili bilgeden hiç geri kalır mı? Arabasıyla yolda giderken “Yavaşla 70 km” diye bir tabela çıkıyor. Hızını tabeladaki gibi düşürüyor. Bir müddet sonra “Yavaşla 50 km”, daha sonra “Yavaşla 30 km” ve Yavaşla 10 km çıktığı için hızını daha da azaltıyor. En sonunda bir tabela daha: “Yavaşla’ya hoş geldiniz” diye yazıyor. Yol ve kilometre deyince seyahat bahsiyle mevzuyu noktalayalım dilerseniz. Herşeyin yavaşı oluyorsa seyahatin neden olmasın. Ben ilk defa “yavaş seyahat” kavramını yazar Gündüz Vassaf’ın kullandığını gördüm. Yazar, Arter Kütüphane Söyleşileri serisine katılarak 7 yılda tamamladığı “Ressamın İsyanı” adlı ilk romanını ve İtalyan ressam Caravaggio üzerinden sanat konusunu ele almış. Yıllar önce Roma’dayken “yavaş seyahat” kavramını geliştirdiğini dile getiren Vassaf, “Şehrin etrafında, oradan buraya fırıldak gibi dönerken, ‘Hiç olmazsa bir gün tek bir yerde oturayım. Bu şehir veya şehirliler benim etrafımda dönsün. Alışverişten çıkmış, oralı birisini takip edeyim, casus gibi.’ dedim. Kendimi oralıymış gibi aldatıyorum. Bakkala girdiyse ben de o bakkala giriyorum. Ne aldı diye bakıyorum. Seyahati yavaşlatıyorum böylece bence.” ifadelerini kullanmış. Ben de sessiz sedasız bir şekilde yavaş yazmak felsefesini mi icat etsem acaba. Adı da daha fiyakalı olsun: “Yavaş edebiyat”
Buğdayın atası “kavılca”
Ardahan’da uzun yıllardır ekilmesine rağmen unutulmaya yüz tutan kavılca buğdayından yapılan yemeklerin tanıtılması ve piyasaya kazandırılması amacıyla buğdayın atası Ardahan kavılcası etkinliği yapıldı. Etkinlikte açık alanda hazırlanan kavılca mutfağında kavılcadan yapılan yemek çeşitlerinin tanıtımı yapıldı, kazanlarda pişen yemekler katılımcılara ikram edildi.
10. defa “Helal Zirvesi”
Dünya Helal Zirvesi 27-30 Kasım arasında kapılarını açmaya hazırlanıyor. Helal konusunda farkındalık oluşturmayı amaçlayan zirve Cumhurbaşkanlığı himayeleriyle İstanbul Fuar Merkezi’nde düzenlenecek. Uzmanlar, akademisyenler, girişimciler ve sektör temsilcileri helal standartlarının geliştirilmesi ve uygulanması üzerine önemli yol haritaları açıklayacak.
Edremit’ten dünyaya
Avrupa Birliği (AB) tescilli Edremit zeytinyağı ile Aydın Memecik zeytinyağı “Birleşmiş Milletlerin (BM) Seçilmiş Tescilli Türk Coğrafi İşaretlerinin Türkiye ve Yurt Dışında Markalaşma ve Ticarileştirme Stratejileri Projesi”ne seçildi. Proje Türkiye’den seçilmiş tescilli coğrafi işaretlerin değerini, tanınırlığını ve pazardaki konumunu artırmayı hedefliyor.
Döner de bizim bal da
Ordu’da düzenlenen Arıcılık ve Arı Ürünleri Fuarı’nda kristalize baldan yapılan bal döner büyük ilgi gördü. Katılımcılar döner tezgahından aldıkları balı, külahlara doldurup yedi. Özellikle kristalize baldan yapılan bal döner standı, fuara katılanların dikkatini çekti. Kristalize balın faydalı olduğunu ve çeşitli alanlarda kullanılabileceğini belirten Ordu Arı Yetiştiricileri Birliği Başkanı Akın Çifçi, neden bal dönerini yaptıklarını şöyle aktarmış: Yaklaşık 3 ay geçtikten sonra yavaş yavaş kristalize hale geldiğini, bunu tüketicilere anlatmakta zorlandıkları için böyle bir şey yaptıklarını anlattı: Tüketici, bunun şeker olduğunu düşünüyor; fakat bal, doğal olarak kristalize olur ve bu hale gelir. Biz de bunu ‘bal döner’ olarak fuarda tanıtmak istedik. Gerçekten de büyük ilgi gördü. Yani, nasıl arının sokmayanı olmazsa, balın da kristalize olmadan olmaz. Döner de bizim, bal da bizim. Tabii ki sadece etten döner olmaz, balın da döneri olur.