Uzun süredir Amerika’da bulunan oyuncu Fadik Sevin Atasoy’un yeni oyunu “Muse Bir Esin Perisi Davası” İstanbul seyircisiyle buluşmak için gün sayıyor. Sahnenin etik, inanç ve disiplin alanında katkılar sunduğuna değinen sanatçı tiyatroyu “İnsan ilişkilerini biçimlendiren ahlâki bir değer” olarak tanımlıyor.
Ekranının sevilen isimlerinden başarılı oyuncu Fadik Sevin Atasoy yeni sezonda tiyatro sahnesinde… Atasoy’u dizi ve filmler vesilesiyle yakından tanısak da birçok oyuncu gibi onun da yolu önce tiyatro sahnesinden geçmiş. Türk tiyatrosunun usta isimlerinden Sönmez Atasoy ve Emel Göksu’nun kızı olan, konservatuvarda eğitim gören, henüz 4 yaşında sahneye çıkan Atasoy şimdi kendi yazdığı oyunla yeniden sahneye dönüyor. Hatta döndü bile! Atasoy’un 2015 yılında Amerika’da yazıp sahnelediği “Muse Bir Esin Perisi Davası” bu yıl önce Ankara’daki Tatbikat Sahnesi’nde ardından dünyanın en önemli tiyatro festivallerinden Edinburg Fringe Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Muse’in yeni durağı ise İstanbul. Oyun 1-2 Ekim tarihlerinde Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde izleyiciyle buluşacak.
Atasoy ile oyun öncesi buluştuk; hem tiyatroyu hem oyunculuk serüvenini hem de yeni projelerini konuştuk…
ANKARA’DA BAŞLADI
2008 yılında Los Angeles’ta bir kültür merkezinin sınavına girdim ve burs kazandım. Dersler esnasında oynamak istediğim bir şey var mı düşünürken kendim bir monolog yazdım. Çıktım onu oynadım. Hocam da ne kadar güzel bir metin bu, kimin dedi. Ben yazdım dedim. Senin kalemin var bunu büyütsene dedi. Oyundaki karakterlerin doğumu böyle başladı. O dönemde Kenan Doğulu’nun konuk evi vardı, hepimiz orada kalıyorduk. Ben Kenan’ın bahçesinde oynuyordum o da balkondan yönlendirmeler yapıyordu. Oyundaki Kleopatra’nın bestesini ilk yapan da oydu hatta. Oyun kendi içinde imece usulüyle başladı. Sonra iş büyüdü ve oyun haline geldi. 8 Mart 2015’te prömiyeri yaptı. Türkiye’den ayrılışım da aslında bu oyun içindi diyebilirim.
Geçtiğimiz Nisan’da Erdal Beşikçioğlu bunu Türkiye’ye getir dedi. Ben oturdum oyunu, şarkıları Türkçeye çevirdim. Ankara Tatbikat Sahnesi’nde prömiyeri yaptık. Ankara benim için önemliydi çünkü babamın mezun olduğu Devlet Konservatuvarı oradaydı. Benim de bu oyunu ABD’den sonra götüreceğim ilk yer Ankara olmaylıydı. Orada çok başarılı bir süreç yaşadık, sonrasında da Edinburg’tan ortak yapım daveti aldık. 9 oyun da Edinburgh’ta oynadık. Şimdi de İstanbul’dayız.
O benim referansımla oldu aslında biraz. Daha okumadan “hadi yapalım bu oyunu” dedi. Aynı ekolden, aynı okuldan geliyoruz. Öğrencilik yıllarımızdan beri bir aradayız. Cüneyt Gökçer’in öğrencileriyiz. İş anlaşmasından öte teatral etik ve yaşam biçimi anlaşması bizimki.
MEDDAH GELENEĞİYLE İLERLİYOR
Muse, sanat gezegeninden dünyaya gönderilen bir esin perisi. Tolstoy, Shakespare, Da Vinci’ye eserlerini yazdırmak için görevlendirilmiş. Fakat bu kadın karakterler için yazılan finalleri, dramatik sonları beğenmemiş. Bunlar erkek gözüyle yazılan sonlar. Muse biraz kadın haklarını da savunuyor bu noktada. Oyunun alışılmışın dışında bir tarzı var. Tek kişilik bir müzikal. Aslında bir nevi kendime göre bir elbise diktim diyebilirim. Önce ABD’de yazıldığı için oranın konseptine göre kuruldu oyun. Ben aynı zamanda orta oyunu öğelerini onlara tanıtmak için de yola çıktım. Meddah anlayışı söz konusu; bir aksesuarla birkaç hikayeyi anlatacak noktaya gelmek… Bu da Amerikalılara ve İngilizlere çok ilginç geldi. Oyunda bir bavul kullanılıyorum ve o benim her şeyim oluyor. Kendi içinde post modern bir yapısı var. Bunun sinemadaki karşılığı Woody Allen diyebilirim…
Söylüyor evet fakat feminizm çığlığı atmak en çok korktuğum şeydi. Antik Yunan’daki hümanizm beni harekete geçirdi. İnsanın hakkını aramanın peşinde, edebiyat ve resimde bu kadınlar nasıl anlatılmış bakalım diyor. İyi yazar diye cinsiyetçi olan isimleri göz ardı ediyoruz. Mesela oyunda Kleopatra üzerinden yola çıktım. İngiltere’deki oyun sonrasında bir yazar beni neden Shakespeare’i eleştiriyorum diye eleştirdi. Geçen yıl Guardian’da Shakespeare’in kimi oyunlarında kadın karakterlere cinsiyetçi yaklaştığını söyleyen bir yazı çıkmıştı oysa... Fakat şöyle bir şey de oldu; oyunun Los Angeles’taki gösterimine Altın Küre Ödülleri’nden Aida Takla geldi. Oyun bittikten sonra ellerimi tutup, “Kimse pek bilmez ben de Mısır asıllıyım, bu oyunda benim Kleopatram’ın hakkı verilerek anlatıldı” dedi. Benim için önemli olan buydu. Çünkü oyunda Kleopatra üzerinden Batının Doğuya bakışını değerlendiriyorum ve eleştiriyorum.
İNSAN SEVGİSİNİ HATIRLAMAK İÇİN
Batının Doğuya bakıp “oryantalist” demesi bile insan haklarına aykırı. Ayrıca Doğu’nun da Batı’ya bakışını eleştiriyorum. Biz de onları aşırı derecede, tutkudan mahrum, baskıcı gibi düşünüyoruz. Herkes öyle değil. Biraz insanın insanını sevgisini hatırlaması üzerine olan bir oyun bu. Yazar olarak benim de dertlerim vardı elbette, onları kaleme aldım.
Çok uzak gelmedi açıkçası. Bu minimal anlatım hoşlarına gitti. Akustik bulduklarını, fikri çok yeni bulduklarını söylediler. Anna Keranina Rus, Mona Lisa İtalyan, Kleopatra Mısırlı, e Türk bunun neresinde diye soruyorlar. Esin perisi olan Muse benim yazdığım, bu topraklardan doğan bir karakter. Türk de oyunda burada dedim.
Televizyonda sanat yapılmıyor
Evet okuduğum projeler var, görüşmelerim sürüyor. Bu sene televizyonda olma ihtimalim yüksek.
Ben şuna inanıyorum; televizyonda sanat yapılmıyor. İnsanlar oturup meyve keserken sizi izliyor. İstediğiniz kadar sanat yapın dikkati çekemeyebiliyorsunuz. Genel geçer beğenide herkesin evine konuk olduğun bir iş yapıyorsun. Dolayısıyla istesen bile o derinliği veremeyebilirsin. Diziler biz oyuncuların ekmek kapısı. İyi ki varlar. Zamanı gelir belki ben de ince eleyip sık dokumayacak hale gelebilirim. Hayat bu. Hiçbir arkadaşımı eleştirmiyorum. Herkes kendi yağında kavrulmaya çalışıyor. Ekmek kapısı çünkü. Başka bir alternatifi yok. Dizilerden kazandıklarımızla tiyatro yapıyoruz.
Ailemi sahnede izleyerek büyüdüm
Bana en büyük katkısı etik, disiplin ve inanç oldu. Bunlar çok önemli temeller. Bunlar bir yaşam biçimi aynı zamanda. Tiyatro benim için insan ilişkilerindeki durumu da biçimlendiren ahlaki bir değer. Onları izleye izleye şekillendi her şey. İlk kez 4 yaşındayken sahneye çıktım, sesimi çıkarmadan sıramı beklerdim. Kulisin kenarında küçücük bir sandalye vardı, orada oturup anne babamı izlerdim. Annem beni 3 yaşında İzmir Devlet Tiyatrosu’nda okuma programına götürürmüş. Ara verildiğinde bile kısık sesle konuşurmuşum. Babamın da hep anlattığı bir anı vardır... 5 yaşındayken bir oyunun provasını izliyormuşum sürekli, bir gün aktör repliği unutmuş, ben söylemişim. Babam bunu “Seninle gurur duyduğum bir gündü” diye hep anlatırdı.
Tiyatro benim vatanım. Diğer bütün oyunculuğu sergilediğim alanlar benim için komşu ülke. Ama sonuçta oynayabildiğim her yer benim için tiyatro. Ama bazı yerler daha yakındır, memleketindir ya tiyatro için de böyle hissediyorum...
“Juliet’in Yolculuğu” adıyla benim çekeceğim bir kısa film var. Kısa film aklımda yoktu. Acaba yönetmenlik kaderimde var mı diye düşündüğümde kısa filmle başlayalım, bundan alnımın akıyla çıkarsam uzun metraja geçerim düşüncesinin provası bu. Ön hazırlık süreci başladı, bakanlıktan destek aldı. Filmde kadın üzerinden insani hümanizm teması var. Porselen bir bebeğin hikayesi anlatılacak. Nesnelerin insan olma yolculuğunu seviyorum. 2020’de bitmiş olur. Uzun metraj bir film yazdım onu daAmerika’da bir yapım şirketi okuyor. Karar verirlerse filmi Tekirdağ’da çekecekler. Ayrıca yazdığım bir dizi senaryosu var. Onun görüşmeleri de sürüyor.