Türkiye’de örtü meselesi uzun yıllar sorun oldu. En şiddetlisi 28 Şubat sürecinde yaşansa da onun çok öncesi de var. Aygün Köse 1943 doğumlu emekli bir öğretmen. Göçmen bir ailenin çocuğu olarak İzmir’de dünyaya geldi. Babasının yönlendirmesiyle öğretmen okulunu bitirip öğretmen oldu. Ancak mesleğinin beşinci yılında okul arkadaşlarıyla İstanbul’a tatile gittiklerinde müftülük sınavını birincilikle kazanan, genç hafız Halil İbrahim Köse’yle tanıştı ve hayatı tamamen değişti. Önce namaza başlayıp ardından da örtününce okulun kapısına kadar bile örtülü olarak gitmesi dönemin okul idaresini rahatsız etti. Bu sıkıntılı dönemde iki de küçük çocuğuna annelik yapmak için mesleğini bırakan Aygün Köse birkaç yıl sonra da İstanbul’a taşındı. Burada yeniden mesleğini yapma fırsatını yakalayan Aygün Köse’yle Şule Yüksel Şenler’in İzmir’de verdiği konferansa gitmesiyle değişen hayatını ve örtündükten sonra yaşadıklarını Üsküdar’daki evinde buluşup konuştuk.Buyurun.
Babam astsubaydı. Bir müddet anneannem ve dedemlerle yaşadık. Dedemler Balkanlar’dan İzmir’e muhacir olarak göç etmişler. Ancak Yunan İzmir’i işgal edince, “Düşman bizi burada da buldu” deyip Ankara’ya göç etmişler. Bir dönem Ankara’da Meclis açılınca orada görev yapmış dedem. Rahmetli annem İzmir’de Cumhuriyet’in ilan edildiği gün ve yılda dünyaya gelmiş. Annem genç bir kızken evlerinin bitişiğindeki evi İzmir’e görevli olarak gelen babam ve arkadaşı tutmuş. Bu sırada babam, annemi görüp beğenmiş. Evlenmişler. Gezmeyi seven bir aileydi. Ben büyük çocuk olarak annemin en büyük yardımcısıydım. Savaş yıllarının sonu yoklukların olduğu yıllar, her şeyin karneyle alındığı yıllarda geçti çocukluğum.
Komşu çocuklarıyla oyunlar oynuyoruz en sevdiğim oyun çocuklarla öğretmenlik oynamak. Okulda iyi bir öğrenciydim ve o dönemde okula giden komşu çocuklarının çoğunun anne babası okuma yazma bile bilmiyor. Ben de mahallede kendi derslerimi bitirdikten sonra bu çocukların ödevlerine yardım etmeye başladım. Hatta o dönemde komşular bana bu yardımlarımdan dolayı aralarında para toplayıp emeğimin karşılığını vermek istediler. “Biz komşuyuz ne demek para, ben o zaman ders vermem” dedim.
Babam öğretmen olmamı istiyordu ama İngilizce öğretmeni olmamı daha çok istiyordu. Kendisi yabancı dilin önemini çok erken yaşta fark edip İngiliz Kültür Derneği’nden ders almıştı. Böylece babamın görevinden dolayı bulunduğumuz Çorum’da Öğretmen Okulu’na başladım ama sınıf öğretmeni oldum. Bu arada babam da İngilizce dersinde sıkıntı yaşayan konu komşunun çocuklarına akşamları İngilizce dersi vermeye başladı. Bu dönemde babam dil bildiği için askerden görevli olarak Amerika’ya altı aylık makine eğitimi için kursa gönderildi. Babam dönünce de hatırlıyorum evin salonuna herkes toplanır hatıralarını dinlerdi.
Babamın hayalini benden sonra kız kardeşim gerçekleştirdi ve İngilizce öğretmeni oldu. Resime ve müziğe kabiliyetim çok fazlaydı. Müzik hocamız konservatuara gitmemi istedi ama babam istemedi. Böylece öğretmen okulunda eğitim gördüm. Bir yıl İzmir’in Tire ilçesinin bir köyünde öğretmenlik yaptıktan sonra da yeniden İzmir’e ailemin yanına döndüm ve İzmir’de öğretmenlik mesleğine devam ettim.
Hikaye aslında İzmir’de öğretmenken okuldaki arkadaşlarla İstanbul’a tatile gezmeye gittiğimizde başladı diyebilirim.
İzmir merkezde öğretmenim. Mesleğimin beşinci yılıydı ve biz öğretmen arkadaşlarımızla sık sık gezilere de çıkardık. Yine böyle bir gezi programı yaparken “İstanbul’a gidelim” diye kararlaştırdık. İstanbul’u filmlerde seyrediyoruz ama hiç görmemişiz. O yaz İstanbul’a bir ay tatil yapmaya geldik.
1965 yılı. Çengelköy İlköğretim Okulu’nda kalıyoruz. Hanımlar bir tarafta kalıyor erkekler ve aileler diğer tarafta kalıyor. Sabah kahvaltısını yapıp İstanbul’u dolaşmaya çıkıyoruz. Bir gün beni aşağıdan çağırdılar. Bizim de İstanbul’da bir akrabamız var onlar geldi sanıyorum. Saçımda bigudilerle aşağı indim ki bir bey.
Ben de tanıyamadım. Ama o kendisini tanıttı ve beni öğretmenlerle birlikte gezerken gördüğünü ve niyetinin çok ciddi olduğunu söyledi.
Çengelköy Vapur İskelesi’nde görmüş ilk. Daha sonra da bizi takip etmiş. Tabii benim bunlardan hiç haberim yok. Sonra benimle ilgili bütün bilgileri gelen ekipteki beylerden öğrenmiş.
Benim ilk tepkim olumsuzdu tabii. Görüşmek istemediğimi söyledim. Ama tabii bu sefer de bana kendini tanıtan bir mektup göndermiş. Benim de grupta bir bekar kız arkadaşım daha var onla birlikte geziyoruz. Mektubu okuyup gülüyoruz falan.
Israrla beni yemeğe çağırıyor. Arkadaşıma dedim ki “Bu bizim peşimizi bırakmayacak bari bir kez konuşayım, istemediğimi söyleyeyim.” Çengelköy’de buluşup dinleyeceğim kendisini. Bizi yemeğe götürmek istiyor ben yemeği kabul etmedim ama dondurma teklifini kabul ettik. Tabii o bu ilk buluşmada o kadar heyecanlandı ki. Neyse ben okula döndüğümüzde arkadaşıma dedim ki “Ben gruptan ayrılıp İzmir’e döneyim.’ Arkadaşım da ‘Ben de geleyim’ dedi ve biz birlikte İzmir’e döndük. Tabii annemler şaşırdı.
Anneme kısaca olayı anlattım. Annem yolda gördüğü adamları gösteriyor “Böyle biri mi?” Ben ise her gösterdiğine “Yok anne hiç beğenmedim” falan diyorum. Annem de “Allah, Allah bu adam kimmiş” diye merak ediyor iyice.
Evet ama ben o zaman hiçbir şey bilmiyorum tabii. O dönemin modern kıyafetleri içinde biriyim. Meğer Allah hidayeti bu kişiyle göndermiş,
Hayır bir süre sonra beni postaneden aradılar “Gelin telefon var” diye. O yıllarda evlerde telefon yok tabii. Eve geldim “Anne o bahsettiğim bey, İzmir’e gelmiş sizlerle tanışmak istiyormuş.” Annem şaşırdı ama “Gelsin” dedi tabii onlar da merak ediyor bu kim diye. Otelden o dönem çok moda olan Cadillac marka bir araba kiralamış, elinde hediyelerle geldi. Kapıyı annem açıp içeri aldı. Babam da içeride onun yanına geçirdi ve sonra annem yanıma gelip “Sen bu çocuğu mu beğenmedin?” diye bana sordu. Neyse ben girdim içeri “Hoş geldiniz” dedim. Babama kendini anlattı. Bir şekilde aileye kendini kabul ettirdi.
Kendisi hafız aynı zamanda müftülük diploması vardı. Ama daha işe girmemiş. Ben de zaten ilk görüşmemde söyledim. “Benim bir işim var ama siz daha işe girmemişsiniz. Siz evliliğe daha hazır değilsiniz” demiştim. Ama işte insanın nasibi varsa oluyor.
Annem de babam da beğendi. Özellikle de babamın beğenmesinden etkilendim. Babamın kararı beni de etkiledi. Çünkü onun fikirlerine çok değer verirdim. Babam astsubaydı ama her sabah kalkıp sabah namazını kılan Demokrat Partili biri. Eşimin hafız olmasından bu yüzden çok etkilenmiş. Velhasıl biz evlendik.
Eşim evlendiğimiz ilk yıl dokuz ay kadar Londra’ya gitti dil öğrenmeye. Bana da “Aldırabilirsem seni de aldıracağım. Ama aldıramazsam bir müddet ayrı kalacağız” demişti. Ben de bu süreçte annemlerle birlikteydim. Bu süreçte tabii mektuplaşıyoruz bana birtakım hediyeler gönderiyor.
Başörtüsü, kalın çorap. Tabii benim aklımın ucundan bile örtünmek geçmiyor. Çorabı kışın giyerim diyorum kendi kendime. Eşarbı boğazıma fular yapıyorum.
Hayır son derece zarif düşünceleri olan biriydi. İşte bir başörtü gönderiyor ardından bir başörtü daha çıkıyor paketten. Neymiş, ilkinin rengi tenime uyar mı uymaz mı bilmediği için bunu da almış göndermiş. Ama aslında bana başörtü alıyor. Zarif ve aynı zamanda güçlü bir ikna yeteneği vardı.
Londra’dan döndüğünde eşarpları sordu bir sefer “Ne yaptın?” diye. Ben de fular yaptım dedim. O da bir şey demedi, tabii benim de hiç aklımın ucundan bile örtünmek geçmiyor. Bir sefer gece yürüyüşe çıkacağız. “Karanlıkta kimse görmez acaba o fuları başına örtsen. Nasıl duruyor merak ediyorum” dedi. İlk kez öyle yarım şekilde başıma örttüm.
O yıllarda Şule Yüksel Şenler’in çeşitli şehirlerde konferansları oluyor. Eve aldığımız Bugün Gazetesi’nde yine Şule hanımın köşe yazıları var. Ben aslında yavaş yavaş ikna olmuşum ve namaza başlamışım. Okula gidip geliyorum bu yazıları okuyorum ama asıl değişimi Şule Hanım’ın İzmir’deki konferansına gittikten sonra yaşadım.
Eşim yazılarını okuduğum hanımın İzmir’de konferansı olduğunu söyledi ben de gitmek istedim. Hanımlar içeride beyler dışarıda. Gittik ve oradaki o konuşmadan çok etkilendim. Aslında Müslüman bir kadının evine, eşine karşı görevlerinden bahsediyordu. Ama bizim dönemin gençliğinde bir açlık da vardı. Öyle bir dönemki düşünün başörtüsünü sadece yaşlılar örterdi. Benim anneannem takardı. Namazı da yine evin yaşlıları kılardı. Bana da kimse “Kızım kalk namazını kıl” dememişti, öyle bir bilgim yok yani. Ama hepimiz 30 gün orucumuzu tutardık. O çok farklı bir durumdu. Bu yüzden dinlediklerim beni çok etkiledi.
Öyle oldu. Daha sonra İstanbul’da da komşularla toplanıp hep birlikte nerede konferansı varsa giderdik.
Eşimin anlattığı ayetlerle kadının örtünmesi gerektiğini anladım ama hala kafamda işe giderken başımı örtme fikri yok tabii. Beni yavaş yavaş ayetlerle anlata anlata eşim ikna etti. Ama asla başını ört demedi. Demek bende hazırmışım ki örtünmek istedim. O dönem çalıştığım okulda bir öğretmen vardı eşini kaybetmiş ve eşinin vefatından sonra bir değişim yaşamış ve namaza başlamış. Okulda böyle bir öğretmen vardı. Ben de onunla birlikte namaz kılmaya başladım. Kendi kendime “ O kılıyorsa ben niye kılamayayım” dedim. Hadememiz kılıyordu bir de. Büyük bir odası vardı hademenin okulda. Orada gecede de yatardı. Bizim seccadelerimizi hadememiz odasında hazırlardı. Gider orada kılardık.
Evet bir insan namaz kılıyorsa namazdan sonra niye başını açsın dedim ve başımı da örtmek istedim. Ama tabii okula gidince başımı açmak zorundaydım. Bir süre böylece başımı örttüm.
İlk başta yarım örttüm başımı. Okulda da başım açıyordum ama bundan okul yönetimi rahatsız oldu. Namaza bir şey demediler ama bu başörtüsüne hoş tepki göstermediler. Bana akıl vermeye başladılar, kimi ters ters bakmaya başladı. Dışarda örtmem bile okulda sorun oldu. Bilhassa bayrak törenlerinde görev vermeye başladılar. Etrafta açık görünmem için dışarıdaki görevlerimi artırdılar. Benden utanıyorlar. İstiyorlar ki dışarda da başı açık olayım. Yaşça büyük okuldaki hocalar bana akıl vermeye, eşimden ayrılmamı dolaylı yollarla tavsiye etmeye başladılar. Hatta okuldaki hocalar bir sefer evimize misafir gelmek istediler. Eşim de “Beyler ayrı, hanımlar ayrı oturur sohbet ederiz” dedi. Bunu da kabul etmedikleri için evimize gelmediler. Zaten benim de o dönem ikinci çocuğum olunca bu baskılara dayanamayıp görevimden ayrıldım.
Eşim İngiltere’den döndükten sonra tercüman olarak çalışmaya başladı. Bir Ramazan günü ise İzmir Müftülüğü’ne başvurup bir ay boyu vaizlik yapmak istediğini söylemiş belgesi olduğu için müftülük de bu talebi kabul etmiş ve İzmir’de bir camiye vaiz olarak görevlendirdi.
Çınar diye bir semt var orada bir cami. Bir gün bana dedi ki “Beni dinlemeye gelmek ister misin?” Eşim o camide vazifesine başladıktan sonra çevresindekilere “Bu caminin imamı kim?” diye sormuş. Onlar da falanca kişi demiş. Eşim de “Aa, o benim hafızlık arkadaşım” demiş ve tanışmışlar. O imam ve eşi de yeni evli genç bir çift. Benim ilk tanıştığım dindar aile bu aile oldu.
Hanım İzmir Tireli imiş. Biz kaynaştık. Çok isteyeni varmış ama babası “Ben namaz kılmayan birine kızımı teslim edemem” demiş. Bu bey de oranın camisine vazifeli imam olarak gidince, nasip olmuş. Baba kızını bu kişiye vermiş. Koca İzmir’de birbirini anlayan sadece iki aile düşünün o yılları.
Önce bahsettiğim aile taşındı. Ben de 13 yıllık öğretmenlikten sonra dediğim gibi çocuğum da olunca meslekten istifa ettim. Ardından da 1973’te İstanbul Üsküdar Sultantepe’ye geldik. Bu sırada evini bize kiraya veren bey eşime Fazilet Kız Kur’an Kursu’ndan bahsetmiş ve orada bir öğretmene ihtiyaç olduğunu söylemiş.
İki senelik bir okuldu. Başörtülü oldukları için ilkokuldan sonra okula gidemeyen kız çocuklarının dini eğitim aldığı aynı zamanda ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirsinler diye de bizim gibi hocaların ders verdiği bir okul. Şehir dışından gelen yatılı kalan öğrenciler de vardı, şehir içinden öğrenciler de. Öğretmen kadrosu ise daha çok üniversite son sınıf öğrencileriydi. Geçen yıl vefat eden bir tarih hocamız vardı. O kadar güzel bir grupla bu vesileyle tanıştım ki. 50 yıl geçti biz hâlâ birbirimizle görüşürüz.
Aynur Mısıroğlu vardı o da tarih derslerine girerdi. Mütercimlik de yapardı. Aynı zamanda eczacı Fevziye Nuroğlu vardı. Hatice Suat anne dediğimiz bir şeyhin kızı vardı. Yahya Efendi Dergahı’nın son şeyhiymiş babası. Suriye’den göç edip gelmiş. Eşi de karşıda ya Beyazıt ya da Süleymaniye Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmış bir dönem. Emekli olunca Üsküdar’a gelmişler. Öğretmenleri seçen kuruldaydı. Melahat Yalçıntaş var yine. Bu okulda dört yıl öğretmenlik yaptım. Orada çok güzel bir çevre kurdum. Aynur hanım Beylerbeyi’nde otururdu. Onun evinde Hatice Suat Anneden kadın ilmihali dersleri alırdık. Orada birbirimize daha bir alıştık ve çok şey öğrendim, benim için de bir okuldu orası.
Hepsi çok zeki çocuklardı. Çok gayretlilerdi. Ders çalışmadan gelen öğrenciyi hatırlamıyorum. Zaten hepsi de girdikleri sınavları iki dönemde verip mezun oldular. Daha sonra ilahiyat okuyan, öğretmenlik, eczacılık mezunu çok öğrenciler vardı. Yüksek okul bitiren çoktu. Daha sonra çocuklarım dünyaya gelince yeniden öğretmenliğe ara verdim. 90’lı yılların başında bu defa da bir anaokulunda çalıştım.
Evet. Fevziye Nuroğlu Erenköy tarafında eski ahşap bir köşkü anaokulu olarak açtı ve buraya idareci olarak beni almak istedi.
Çok sıkıntılı bir dönemdi. Babam astsubay olduğu için evladı olarak orduevlerine girme hakkına sahiptim. Fakat başörtülü olduğum için kapıdan içeri alınmıyordum. Yani verilen haklardan tesettürüm nedeniyle mahrum kaldım. Hatta kızım Selimiye Orduevi’nde kalan annemle nişanlısını tanıştırmak istedi. Kızımı başörtüsü nedeniyle içeri almadılar. Felçli annem elinde bastonuyla kapıya geldi. Yasak nedeniyle tanışma bu şekilde gerçekleşti Böyle bir dönemdi. Oğlunun düğününe giremeyen anne babalar oldu o dönemde.
Anaokulunun idarecisi oldum. Üç katlı ahşap bir konak. Bakımı da ısıtması da çok zor. Okul açılmadan önce gittik. Genel bir temizlik yapılmıştı fakat daha detaylı temizlik için birkaç hanım bir araya geldik. Vakıftan yetkililer açılış için bir yemek daveti vereceklerini söylediler. İki arabayla okula gittik. Biz altı hanım köşkü temizliyoruz. Birine “Prenses, prenses” diyorlar. Camlara çıkanlar, yerleri silenler falan düşünün. Bu prenses dedikleri hanımın boyu da uzun olduğu için çıktı camlara. Bu arada telefon geliyor bir yandan da kayıt alıyoruz. Biraz sonra pastaneden pasta börek geldi, çay yaptık. İshakoğlu boyalarının hanımı var Rezzan Hanım hepimizi arabasıyla eve bıraktı. Yolda “siz prenses, saraylı diyorsunuz o kim” dedim. “Hakikaten prenses o. Kral Faruk’un kız kardeşi Prenses Hoşyer” diye cevap verdi. Bir köşkte yaşıyor ama bu hanımlar hizmet için canla başla çalışan insanlardı. Bu okulda çalışmaya başladım ama çok sıkıntılı bir dönemdi. Okula sürekli teftişe gelinirdi.
Anaokulunu kapatmaya çok çalıştılar. Bizim örtümüze taktılar. Başörtülü çalışamazsınız diye maaş kesintisi uyguladılar. Bir anaokuluna baskın şeklinde yedi müfettiş birden gelir mi? Bir de gelip didik didik ararlardı. Çocuklara Atatürk’ü sorarlardı. Bakalım anlatılıyor mu diye. Böyle acayip bir dönem. Çocuktan ne öğreneceksin? Tabii bir de Milli Eğitim toplantısına gittiğimde başımda örtü olduğu için sözlü saldırıya maruz kaldım. Arkadan bir kadın kendini parçalayarak bağırıyor “Milli Eğitim okulunda başörtülü biri olur mu?” Ben hiç cevap vermeyince ayağa kalkıp bir grup bağırıp çağırmaya başladı. Ama ben hiç cevap vermeden toplantıyı takip edip imzamı atıp çıktım.
Onlarla iletişim kurmayı seviyorum. Onlardan çok şey öğrendim ve öğretmeye çalıştım. Çocuklardan uzak durduğunuz zaman onlar da sizden kaçıyor. Hiçbir şeyi paylaşmıyor. Bilhassa erkek çocuklarını çok iyi yetiştirmelerini anne ve babalara tavsiye ediyorum. Büyüklerin çocuklara örnek olacak davranışlarda bulunmaları gerekiyor. Çok sevdiğimiz evlatlarımıza iyilik yapalım derken bazen farkına varmadan onları kendimizden uzaklaştırabiliyoruz. Buna çok dikkat etmeliyiz. Bazı çocuklarımız büyüklerine karşı nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Maalesef ailelerin çocuklarının her istediklerini yapmaları, çocukta bir üstünlük duygusu oluşturabiliyor. Hayatı öğrenmeleri için zorlukları da yaşamaları gerekir. Ama her dediği yapılan çocuklar ben merkezli olur ve toplum içinde zor duruma düşebilirler.
Ben her zaman onlara örnek olmaya gayret ettim. Hiçbir zaman şunu şöyle yap, bunu böyle yap dememeli. Kendi hikâyelerinizden de onlara nakledebilirsiniz. Çocuklar dinlemeyi pek sevmiyorlar. Çok uzun konuşmamak lazım. Ben çoğu zaman bana soru sormalarını tercih ederim.
Onların bizden daha iyi şeyler yapacaklarına inanıyorum. Gerek aileleri, gerek çevreleri ve devletimiz için. Yardımlaşmayı tavsiye ediyorum. “Veren el alan elden üstündür” diye çok güzel bir sözümüz vardır. Sevgi ve saygıyla yaklaşın, onları dinleyin. Söyledikleri yanlış da olsa siz doğru bildiğinizi tatlı bir üslupla anlatın. Bol bol dua edelim. En ucuz hediye odur.