İlahiyatçı Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu, hayatıyla ilgili bilinmeyenleri Yenisafak.com'un özel serisi Saklı Kalanlar'da anlattı. Hatipoğlu, anne ve babası ile değil dedesi ve nenesiyle büyüdüğünü söyledi. Annesinin yüzünü ise ilk kez morgda öptüğünü belirtti.
İlahiyatçı Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu, akademik başarılarının yanı sıra televizyonda yaptığı dini programlarla da tanıdığımız bir isim. Özellikle Ramazan ayında iftar ve sahur vakitlerinde saatlerce yayın yapan Hatipoğlu, kalan zamanlarında ise konferanstan konferansa koşuyor.
Her zaman kendisine sorulan sorulara ayet ve hadislerle cevap veren Hatipoğlu'na, özel hayatına dair merak ettiğimiz birçok soruyu yönelttik.
Hatipoğlu, 12 yaşına kadar anne babasından ayrı yaşadığından ve onlara çok zor adapte olduğundan bahsederken, yıllar sonra eğitim için gittiği Mısır'da da karşılaştığı zorlukları anlattı.
Esas ismim Mehmet Nihat Hatipoğlu, Mehmet'i pek kullanmıyoruz. 1955 Mayıs'ında Diyarbakır'da Diyarbakır'ın Hazro ilçesinde doğmuşum. Babam müftü olduğu için rahmetli il müftüsü olduğu için yani gelenekten aile öyle, iki dedem müftüydü babam müftüydü yukarı doğru hep hoca. Diyarbakır'da başladım ilkokula Siirt'te tamamladım babamın müftülüğünden dolayı İmam Hatip okuluna Siirt'te başladım Uşak'ta tamamladım. Ondan sonra İlahiyat Fakültesi'ni bitirdim Ankara İlahiyat Fakültesi'ni bitirdim. Mısır'da 2 sene 85-87 yılları arasında 2 sene eğitim gördüm. Doçent profesörlüğü Diyarbakır Dicle'de aldım. Şu anda hem YÖK üyesiyim hem Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi'nin kurucu rektörüyüm.
Diyarbakır çok özel bir yerdi. Biz de orada aile itibari ile sevilen bilinen doğrusu çocukluğunu doya doya yaşayan insanlardık. Faytonların arkasına takılırdık kırbaç yerdik bazen.
Meybuz yerdik, gazoz almak için para biriktirirdik. Müftü dedemizden para alırdık, hayatımızın en güzel günleriydi bizim için. Kozmopolit değildi, halk çok kaliteli bir halkı var Diyarbakır'ın tabi her yerin her türlüsü var ama oranın köklü aileleri var iyi aileleri var son derece sevgi ile birbirine bakan birbirlerinin şakasını kaldırabilen birbirine yardımcı olabilen Sahabilerin çok olduğu 27 Sahabi var orada şehit.
Bizim ailemiz hep mütevazi bir aileydi. Yani ben doğduktan sonra Diyarbakır Sur bölgesindeydi gittim gördüm evimiz hala duruyor inşallah yıkılmamıştır diye ümit ediyorum. Çünkü ilgilendim dedemin evi ile ilgilendim.
Ben 12 yaşına kadar hemen hemen ilkokula gidinceye kadar rahmet dedemin yanında kaldım. Dedem beni göndermemiş babama anneme el koymuş bana küçük çocuk olmadığı için evde. Ben eve geldikten sonra kendi anne babama abimi kastederek "Ömer'in babası annesi" dermişim. Yani kendime yakıştıramıyormuşum babamı annemi alışmadığım için dedeme alışmışım. Dedemden ve ninemden kopmak çok zor oldu bana. Kendi asıl aileme zor alıştım yani. Dedemizden harçlık alırdık mısır satardık, küçüklükten beri ticaret yapıyorduk. Mangal buluyorduk Diyarbakır'ın o çarşılarının olduğu yerde, küçük ateş yakıyorduk mangal içerisinde mısır patlatıyorduk mısır satıyorduk, aldığımız parayla gidip mesela Adana kebap yiyorduk. Çocuklarla hep akrabalarla beraberce ailelerin çok büyük parası yoktu ama hiç sıkıntıyla Elhamdülillah bize yaşatmadılar en azından ama şunu hatırlıyorum, bir zamanlar şeker yoktu. Gençler bunu bilmez tabii kuyruklar vardı şeker alamazdınız. Çayın içine pekmez koyduğunuzu hatırlarım şeker yerine. Küçük kibrit kutusu şeklinde peynirin annemiz tarafından bize pay edildiğini kendisine saklamadığını hatırlarım. Kendisi yemezdi her birimize bir dilim peynir üç tane zeytin, böyle... Allah'a hamdolsun tabii ki ama böyle bir dönem yaşadık. Çocukluğumuzdan bunlar aklımıza kalan hiç unutamadığımız hatıralardı. Hatta bir gün Siirt'te babam Siirt'te müftüydü. Ben abim, eski bir milletvekili abim, küçük kardeşim diş hekimi o da, üçümüz beraber para biriktirdik gittik bir damda oturduk yani lokantanın damında oturduk. Garson geldi "Ne istiyorsunuz?" dedi. E paramız bir tane kebaba yetiyordu. "Bir tane Adana kebap isteriz" dedik, "Bir tane mi?" dedi, "E bir tane, paramız bir taneye yetiyor çünkü". Gitti ama biraz fazla getirdi herhalde baktı ki zor doyacağız, getirdi oraya koydu, beraber üçümüz bir kişilik Adana kebabı paylaştık. Böyle tatlı hatıralarımız vardı bizim yani.
Babam bizimle her zaman mesafeliydi. Bir ilim adamıydı tabi babam. Kulağımızı çok çektiğini hatırlıyorum. İki konuda kulağımızı çok çekerdi. Arapça okuyalım diye ezberletirdi bize, biz kitabın arasına Teksas Tommiks koyardık babam yokken ona bakardık. Babam gelince de sayfayı çevirirdik, bazen yakalanırdık tabii yakalanınca da kulağımız biraz çekilirdi. İki namaz konusunda hiç toleransı yoktu. Sabah namazında kalk borusu çalardı evde. Hepimiz kalkardık namaza, hepimiz namaz kılardık cemaat halinde sonra uyurduk. O konuda babam son derece kararlıydı. Uzaktan sevmeyi severdi. Uzaktan üzülürdü. Mesela "sizi seviyorum" dediğini ben hiç hatırlamıyorum ama birimiz dişi ağırsa sabaha kadar hiç uyumazdı. Aldığı terbiye gereği böyle bir mesafesi vardı. Annem ise çok yakındı bize. Mesela biz 5 kardeşiz, 4 erkek bir kız kardeşimiz, kız kardeşimiz Kur'an kursu öğretmeni, ben hiç annemi öptüğümü hatırlamıyorum. Çok severdim, canımdan daha çok severdim. Bir defa öptüm sadece onu da söyleyeceğim, hiç öptüğümü hiç hatırlamıyorum. Mesela abim biraderler gelir annemi öper sararlar böyle, bana gelince yani öpmeye mi kıyamazsınız mı acaba? Yoksa çok seviyorsunuz elini öpüyorsunuz, başını öpüyorsunuz ama yanağını öptüğümü hiç hatırlamıyorum. Sadece bir defa öptüm, o da vefat ettiği zaman İzmir'deydim.
Biz tabii duyduk alelacele hemen Ankara'ya gittik, tabii biz gidinceye kadar yıkamışlar morga kaldırmışlardı. Gittik ve morgda görmek istedim onu, orada sadece bir defa öptüm onu yanaklarından onun dışında hiç öpmek nasip olmamıştı ama ayağını çok öptüm Elhamdülillah. Çünkü aynı binada kalıyorduk, o üst kattaydı, hanım yemek yapınca mutlaka önce ona götürürdü sonra bize getirirdi hanım, hanımın da teyzesi çünkü benim hanım teyze kızı. Giderdim akşam, uzanmıştı hep hasta olduğu için şeker gibi tansiyon gibi. Bazen kalkarken ayağını öperdim kızardı, hocayım ya "Sen hocasın ayağımı öpme" derdi. Müthiş bir Peygamber hayranlığı vardı. Müthiş bir Sahabe aşkı vardı onda, alimlere çok saygılıydı. Peygamberin adı anıldığında uzanıyorken mutlaka kalkmaya çalışırdı.
Bir yazı yazmıştım o zaman, eve döndüm ve annem yok o oturduğu sedir orada başörtüsü orada her şey yerli yerinde bir o yok ama her şey dağınık aslında hiçbir şey yerli yerinde değil ve hiçbir daha yerine gelmeyecek.
Onun için gençlere hep diyorum ki, "Annenizin kıymetini bilin, hayattayken elini öpün ayağını öpün annenize diklenmeyin annenizi dünyevi bir şeyden dolayı üzmeyin. Değmez çünkü bir daha geri gelemez. Mezarının başına gitseniz ah vah etseniz bir kıymeti yok ki, dünyada eğer onu üzdüyseniz tabii ki".
İlim adamı olmaya çalışıyorum alim değilim, kendimi öyle görüyorum, talebeyiz daha. Babam ailemizden birine hocalık vasfının yakışacağını, yani ne deriz ona kendisinden sonra bir vekil bırakmak gibi varis bırakmak gibi. Sanıyorum ben de onu gördü, diğer kardeşlerim de Elhamdülillah dini yönden çok iyiler ama öyle gördü beni. Ben kardeşimle beraber, kardeşim diş hekimliğini kazandı ben ilahiyatı kazandım Ankara İlahiyat'ı. Babam sevincinden eve geldi beni öptü, kardeşime "Hayırlı olsun" dedi. O dişçiliği kazandı kötüdür anlamında değil ama o ilahiyata bakıyordu. İmam Hatip okuluna gönderdi İmam Hatip okulundayken ben İmam oldum. Kendi maaşımla kendim geçindim hayatım boyunca hep öyle oldu. Yani baba parasıyla değil kendi paramla geçinmeye çalıştım. Babam etkili oldu tabii çok. Çünkü babam mesela İbn-i Mace'yi yazdı 10 ciltlik İbn-i Mace şerhi babama ait, 10 hadis kitabından biri. Onu gece saat 4'te 3'te teheccüd vakti kalkıp yazdığını görürdüm tefsirini İbn-i Mace şerhini, İbn-i Mace şerhi tek şerh babamın yazdığı şerhti ilk şerh başka yoktu. Yazarken nasıl sakalının gözyaşları ile ıslandığını görürdüm. Namaz kıldığı seccade hep ıslaktı yani kıble tarafı başını koyduğu yer ve takva sahibi bir babamız vardı.
Hanım kendi halinde mütevazidir, hoş sohbettir, kırılmaz. Telefonuna sürekli talepler gelir insanlardan hanımlardan özellikle kendilerine ait grupları vardır, sohbet ederler dua ederler birbirlerine. Çocuklarına kendini adamış, 35 yılı geçti bizim evliliğimiz herhalde. Kur'an ile arası çok iyidir en iyi hasletlerinden biri, ben Kur'an'dan 1-2 sayfa okusam biz biraz tefsir anlamında okuyoruz ama o günde 3 cüz okur.
Kahire'ye gittik 85-87 yılları arasında 2 sene kaldım. İmtihana girdim Diyanet'te, Diyanet ve Milli Eğitim'in iş birliği ile olan bir sınavdı. Sınavı kazandım, Arapça'yı öğrenmek için gitmem gerekiyordu daha iyi bir Arapça öğrenmek için. Zor bir karardı. Babam İzmir Müftüsü'ydü, hanımı götürmek niyetindeydim. Babam beni çağırdı dedi ki "Gidecek misin Mısır'a?" dedi, "Baba nasıl emrediyorsanız?" dedim. Dedi "Yok, hayat senin hayatın oğlum" dedi. "Sıradan bir hoca olmak istiyorsan gitme otur evinde" dedi. Böyle yani. O zamanlar da Kur'an kursları müdürüydüm İzmir'de, mevki makam var filan. Müftünün oğlusunuz. İzmir Kemalpaşa Camii'nde Karşıyaka'da vaaz ediyorum cuma günleri, çok seviliyorum herkes "Genç vaiz" diyor bana. "Oğlum sıradan bir adam olacaksan gitme otur evinde karının yanında otur" dedi, "Ama ilim sahibi olacaksan gideceksin" dedi. "Ama tek şartım var hanım yok ona göre" dedi. "Tamam baba" dedim yapacak bir şey yok.
"Hanım olursa" dedi, "Sen istediğin köye şehre". Mesela orada Mısır'dayken 2 sene aynı yerde kalmadık. Bir yerde bir hoca varsa ilim merkezi varsa bavulu toplayıp oraya gidiyorduk. Orada ev kiralıyorduk orada ağırlıyorduk. Bir kasabada iyi bir hoca varsa ona gidiyorduk, sürekli hareket halindeydik onu yapamazdık hanımla beraber tabii ki. Ben bir köye yerleştim birinci seneden sonra Tuh Muştuhol diye bir köy var. Kahire'ye bir buçuk saat uzaklıkta, bavulumu aldım gittim. Ezherli bir talebe ile karşılaştık, "Gel bizde iyi hocalar var" dedi gittim köye bir eve yerleştik evin penceresi yok, fareler dolaşıyor. Köyde bir su kanalı var, kedi kadar fareler var ondan sonra yılanlar var. Ben nasıl kalacağım burada? Dediler "Valla en iyi yer burası" en iyi ev dedikleri kum, yer kum yani. Çimento kalkmış yerden kuma dönüşmüş. Pencere yok pencere yerine naylon koyduk. Ocak yok, küçük ocak var eski gaz ocakları olur ya böyle fitil fitil var, fitilleri yakıyorduk. Toprak pire yapıyormuş, bit pire olur ya, bit değil de pire, oluyormuş. Bizim vücudumuz kaşınıyordu habire, şöyle bir silkelediğimizde tık tık tık ateş yanıyor. Son derece zor şartlarda acayip bir öğrencilik yaşadık ama ders okuyordum günde 10 saat 15 saat kitap okuyordum sürekli. Orada Cuma namazlarını kıldırmaya başladım Mısırlılara, Arapça hutbe okuyorum, namaz kıldırıyorum, Riyazü's-Salihin'den pasajlar okuyorum. Böyle zor, babam geldi gördü beni orada, annem geldi gördü beni orada. Annem çok ağladı orada, "Oğlum burası ahır gibi" dedi, "Anne" dedim "İlim buradan geçiyor, bu iş böyle ben memnunum". Babam memnun oldu tabii, "Bu işin sıkıntısını gördü" dedi ama annem çok ağladı tabii rahmetli. Hatta demiş babama Seyda derdi, alim anlamında, "Seyda" dedi, "Nihat'ı götürelim, hanımı bak tek başına gariban", babam demiş "Karışma" demiş, "Burada ilim öğrenecek o". Allah bin kez razı olsun, çok zor bir süreçti ama çok tatlıydı.
Meşhur kedi. Bizim bu İngiliz kedisi. Hatta son bir şeyimiz oldu belki medyada görmüş olabilirsiniz. Şimdi şöyle bir yanılgı var, Nihat hocanın kedisi diye internete girdiğinizde bir kedi çıkıyor, bu bizim İnci çıkıyor bir kedi daha çıkıyor başına takke koymuşlar kedinin bir de seccadenin üzerine oturtmuşlar "Nihat hocanın kedisi" diye. O benim kedi değil, o kedi de çok güzel tabii. Bizim İnci'yi küçükken bizim delikanlı getirdi daha bu kadarcıktı, çok tatlı bir kedi büyüttük tabii. Ailenin bir ferdi oldu ona İnci Hatipoğlu diyorum benim kızım yok o dişi çünkü. İnci ile aramız iyi, biraz trip atar böyle ama en büyük özelliği biz bir yerdeyiz tek başına evde kalır, bizi gördüğü anda oraya koşar buraya koşar heyecan yapar geldiniz diye, gidince mazlumlaşır böyle, yeri hiç pislemez çok temiz kokar güzel kokar, biz onunla ilgilendiğimizde kaçar, ilgilenmediğimizde gelip yılışır böyle ayaklarımızın arasında dolaşır.
Tabii hocanın bana gönderdiği mesajlar telefonumda duruyor hala.
Çok saygılı bir kardeşimizdi, saygı duyan bir kardeşimizdi, güzel bir insandı. Kanun çalan bir sanatçı var Aytaç Doğan. Çok beğenirim ben onu. Kanun da hakikaten usta ama en belirgin özelliklerinden biri çok benziyor Ömer Döngeloğlu rahmetliye çok benziyor. Ona gönderdim bunu dedim ki, "Hocam ne zamandan beri Kanun çalmaya başladın?" diye, o da hemen cevabını gönderdi bana tabii ki. Allah mekanını cennet eylesin.
Uzun uzun mesajlaşmalarımız var. Hatta şöyle de bir mesaj var. Beni ve onu göstermişler, beni bindirmişler motosiklete ben sürüyorum. Arkamda da Ömer Döngeloğlu Hoca, bana gönderiyor bunu, "Hocam bak bize ne yapmışlar?" diyor, böyle şakalaştık. "Selamün Aleyküm muhterem hocam, hürmetlerimle hayırlı bereketli Ramazanlar diliyorum. Bize ne yapmışlar hocam? Çok güldüm ya huu" demiş. Mesajını da göndermiş bana. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.