Türk edebiyat dünyasının en önemli isimlerinden Tarık Buğra roman, hikaye, tiyatro gibi farklı edebi metinlerin yanında uzun yıllar çeşitli gazetelerde hem köşe yazdı hem de gazetelerin sanat sayfalarını hazırladı. Romanlarında yer alan tahliller aslında onun köşe yazılarıyla fikir dünyasını nasıl beslendiğinin de bir göstergesidir. 1951 ve 1954 yılları arasında Milliyet’te yazdığı köşe yazıları Vitrinlerin Zaferi/ Sanat, Edebiyat ve Dil Yazıları başlığıyla Ötüken Yayınları arasında okurla buluştu. 70 yıl sonra okurla buluşan bu yazıların hala güncelliğini koruması ise kaleminin ve fikirlerinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Yazılarını titiz bir çalışmanın sonucunda okurla buluşturan eşi yazar Hatice Buğra’yla hem kitabı hem de Buğra’nın gazeteci kimliğini konuştuk.
* Tarık Buğra yazarlığının yanında 45 yıl boyunca gazetecilik mesleğini de sürdürüyor. Ancak gazeteciliği hamallık olarak görüyor. Edebiyatı ‘sevdiği uğraşı’ gazeteciliği ise ‘geçim kapısı’ olarak görmüş bir yazardı diyebilir miyiz?
Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı adını verdiği kitabındaki yazılardan birinde sıradan insanlara marangozluk, terzilik, muhasebecilik vb. sıradan meslekleri önerebileceğini, ama kimseye ‘yazarlık’ diye bir mesleği öneremeyeceğini; çünkü söz konusu yazarlıksa sıradan bir yazarlığı kabul edemeyeceğini söylüyor. Ona göre sıradan bir yazar, kendi çapında da olsa, gerçek yazarların engeli, hiç değilse parazitidir. Gerçek yazarlardan ve gerçek edebiyattan yararlanabileceklerden bir şeyler aşırıyor demektir. Yazarlığın bir heves konusu olmadığını, yazma eyleminin günün sekiz değil, yirmi dört saatinin tamamını, hatta kişinin bütün bir ömrünü istediğini belirtiyor. Şiirin, hikâyenin, romanın üslûbunun ayrı, köşe yazarlığının tamamen ayrı olduğunu söyleyen Buğra için, köşe yazarlığı hakiki yazarlık değildir; bir ek iştir ve yazarlığa, limon satıcılığı dâhil bütün işlerden daha aykırıdır. Köşe yazarlığı da bir üslûp işidir; kafanın bütün ilgilerini ve işleyişini kendisine bağlar. Durum böyle olunca da hakiki edebiyata ayıracak zamanı bulmak zorlaşır.
Yunan mitolojisinde bir kayayı dağın zirvesine yuvarlayarak çıkarma cezasına çarptırılan Sisyphos’un mahkûmiyetine benzettiği gazeteciliği ‘hamallık’ olarak nitelemesi ocaktaki tencereyi kaynatamama endişesinin kendisini hayatı boyunca o hamallığa mahkûm edişi yüzündendir. Benzetmeyi kendisi için yapmıştır; ‘gazetecilik’ ya da işi yalnızca köşe kadılığı olanlar için değil. Çünkü daha on yedi yaşındayken meslek olarak seçtiği yazarlıktan, sadece hikâye, roman, senaryo, piyes, yazarak elde edeceği gelirle geçinemeyeceği için katlanmak zorunda kaldığı gazetecilik Tarık Buğra’nın gerçekten de hamallığı olmuştur.
* Tarık Buğra’nın gazetelerde tefrika edilmiş yazılarını titiz bir çalışmayla okurla buluşturuyorsunuz. Tarık Buğra’nın yazılarının bir kısmı sağlığında kitap haline gelmiş ancak büyük bir çoğunluğu sizin bu çalışmalarınızla ilk kez okurla buluşuyor. Bunları kitaplaştırırken nasıl bir yol izliyorsunuz?
1951-54 yılları arasında yazıldıkları halde ancak 2023 yılında Vitrinlerin Zaferi adıyla okurla buluşan kitap Milliyet gazetesinde Sanat Hareketleri köşesindeki yazılarından bir seçki ve Tarık Buğra’nın 24.09.1951 tarihli ilk yazısından önce, 4 Ocak 1951’de Parter’den köşesinde yayınlanan bir yazısıyla başlıyor. Sahnemizde Oynanan Telif Eser Meselesi başlıklı o yazıyı, bugünün okuruna, Buğra’nın gazetede köşe yazarlığına başlamadan önce tiyatro eleştirileri yazdığını hatırlatmak için seçtim. Daha sonra yayınlayacağımız “Tiyatro Eleştirileri”nin de bir öncesi, meseleye eğilişinin bir hazırlığı olduğu bilinsin istedim.
Tarık Buğra, başta edebiyat-sanat olmak üzere Türkiye ve dünya meseleleri üzerine düşünmüş, hükmünü vermiş ve sözünü söyleyebilmiş bir yazar. Vitrinlerin Zaferi’ndeki yazılarda edebiyatın her dalında eser veren Buğra’nın kendisini yapacağı işe bütün varlığı ve samimiyetiyle adadığını, daha yolun başındayken meseleleri nasıl derinine kavradığını, yaptığı işin hakkını verebilmek için nasıl titizlendiğini, çok yönlülüğünü görüyoruz. Kitaptaki bütün yazılar, başta köşe yazarlığı olmak üzere ele aldığı, hakkında söz söylediği konuların ortaya konuluşu, beraberinde getirdiği çözüm önerileriyle, Tarık Buğra’nın yazar ve gazeteci olarak bir acemilik, bir çıraklık dönemi olmadığını ispatlıyor. Kitaba alınan yazıların hepsi, yazarının yazmaya başlamadan önce, işi için bir hazırlığı olduğunu, ele aldığı hiçbir meselenin rastgele olmadığını, üzerinde düşünüldüğünü, sebep ve sonuçlarının yol açacağı durumlar için öneriler getirdiğini gözler önüne seriyor.
Kitapta ağırlıklı olarak sanat, edebiyat, kültür konularına yaklaşımını, belediyecilik, milli eğitim, basın-yayın, üniversiteler gibi Türkiye meselelerine bakışını, sorunları ele alışını, çözüme dair teklif ve beklentilerini ortaya koyan yazıların yanında, doğru bildiğini ve inandığını dürüstçe, samimiyetle ve cesaretle savunan bir yazarın, yazdıklarından hoşlanmayanların düşmanca saldırılarına uğradığını, türlü engellemelerle karşılaştığını, önünün nasıl kesildiğini gösteren yazılar da var.
Vitrinlerin Zaferi’nde 1955’ten sonra yazdığı yazılarından derlediği bir kitabına Düşman Kazanmak Sanatı adını vermesinin sebebini de açıklayan yazılarla birlikte “Çifte Tabancalı Hafiye”, “Maceraya Dair”, “Bu Evi Satamazsınız”, “Füreya Kılıç Sergisi” gibi birkaçnı saydığımız dostluğa, kişileşmeye, araştırmaya, sanata ve sanatçıya yaklaşımına dair yazılara da yer verildi. Bu türden yazılarda da önceliğim, ülkesini ve insanını çok seven Tarık Buğra’nın kalemin namusunu kendi namusu bilerek meseleleri nasıl içtenlikle benimseyerek ve titizlikle ele aldığını gösteren örnekleri seçmek oldu.
* Yazılarını hazırlarken bir seçki hazırlıyorsunuz. 45 yıllık bir gazetecilik geçmişinde fikir ve düşünce olarak değişen konular olmuş mu diye merak ettim?
Fikrinde ve düşüncesinde en ufak bir değişiklik olmamış. Yazılarını okuyanlar göreceklerdir, Tarık Buğra yola çıkarken sanata, sanatçıya, Türkiye meselelerine, bu meselelerin dünyayla ilişkisine nereden ve nasıl bakıyorsa, bugün de aynı noktadadır. Bu bakışta ve meseleyi ortaya koyuşta değişen bir şey yoktur, daha doğrusu Tarık Buğra’yı inancında ve anlayışında yanıltmış bir şey yoktur. Çünkü onun tek kaygısı, konularını, kendini hiç hesaba katmadan seçebilmek ve objektif olabilmektir. Bu anlayışla Buğra, yaşadıkları, gördükleri, tanık oldukları üzerinde kafa yormuş, gerektiği kadar uzağında durarak oluşturduğu düşünceyi beslemiş, kendi doğrusunu ülkesinin doğrusu yapabilmeyi başarmış bir yazardır.
* Günlük yazıların üzerinden bir asır geçtiği halde bugünkü okur da bu yazıları zevkle okuyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Tarık Buğra’nın yazdığı bütün yazılarda insanı en sade, gündelik ve evrensel gerçeği içinde yakalama çabasını, titizliğini, sabrını buluruz. Bu çaba yazarlığının en belirgin özelliklerinden biridir ve onun, sanatını hiçbir şeyi küçük görmeden, fakat anlamaya çalışarak, asıl kaynağa yâni insana giderek kurduğunu ispatlar. Yazılarının bugün de zevkle okunması bu sağlam duruşun, meselelere derin bakışın ve samimiyetin sonucudur; çünkü o edebiyatımızın en samimi yazarlarından biridir.
* Eşinizin kitaplarına editörlük yapmak sizin için nasıl bir duygu? Zorlandığınız anlar oldu mu?
Bu ilk çalışmam değil, iki farklı yayınevince çıkarılan bütün kitaplarının son yıllardaki baskılarının düzeltmelerini de ben yaptım. Ölmeden önce yapmak istediğim bir işti bu. Vitrinlerin Zaferi’ndeki yazıların farklılığı, daha önce okumadığım hatta görmediğim yazılardan oluşmasıydı. Bilinçli olarak okuyup da aklımda kalan ilk yazısında beni etkileyen duygu ya da düşünce neyse, Milliyet gazetesindeki yazılarda da aynı şeyi yakalamaktan hoşnut oldum. Bu yüzden yazıları okurken eski bir dostla karşılaşmış ve onunla konuşuyormuş gibi hissettim. Bu manevi buluşma beni bazen üzdü, bazen ağlattı, bazen de güldürdü, ama hepsi de neyi kaybettiğimi bir kere daha derinden hissetmeme sebep oldu.
* Yazılarından birinde edebiyat dünyasında dostluk kurma yöntemini hak etmeyen, niteliksiz ve karşılıklı övgülerle sağlandığını söyleyerek eleştiriyor ve edebiyat dünyasında “Dostluk büyük bir kuvvettir’ derken kendisi tercihini “Düşman Kazanma Sanatı”ndan yana kullanıyor. Bunu da bir başka yazısında hiçbir sanatçının himaye ve övgüyle yol alamayacağını asıl mühim olan şeyin eser olduğunu vurguluyor. Tarık Buğra’nın kalemini bu kadar cesur kullanmasının bedeli ne oldu sizce?
- Tarık Buğra, kişisel hayatında da yazı hayatında da kendi sözünü söyleyen, kendi seçimlerini yaşayan, varsa - ki hep olmuştur- bedelini de hiç sızlanmadan ödeyen bir yazardır. İnandığını söylemek ya da yazmak uğruna, önünde açılan bütün kapıları, kendisine ödetilmesi muhtemel bedeli düşünerek, kendi elleriyle kapatmış, kendine ve söylediği sözün değerine inandığı için üç günlük dünyada para pul, şan şöhret dâhil, hiçbir dünyalığın büyüsüne kapılmadan dimdik ayakta durabilmiştir. Kimseye boyun eğdirmeyen bu inancı, yazdıkları bahane edilerek kişiliğine saldırıldığı zamanlarda bile sarsılmamıştır. Çünkü o, şöhretin ‘değer’ olmadığını, daha başlangıçta görmüş ve kavramıştır. Ona göre, bir yazarının büyüklüğünün asıl ölçüsü eş-dost övgüleri değil, yazdıklarının zamana dayanma gücüdür. “Dostluk büyük kuvvettir” sözünü de kendi değerine ya da eserine güvenemeyenlerin, karşılıklı çıkar ilişkilerinden oluşmuş bir dostluğu sanatta var olabilmenin tek şartı sanmalarıyla dalga geçmek için söylüyor. “Adam olma”nın, eserlerinin değeriyle var olmanın bir bedeli varsa, Tarık Buğra o bedeli, kimsenin sahte dostluğuna ihtiyaç duymadan, bütün mihnetine katlanarak seve seve ödemiştir.
* Eleştiri üzerine yine önemli bulduğum bir tanımı var Buğra’nın. “Kalem, hasetlerin, hınçların vasıtası yapılmamalıdır” diyor ve ekliyor “Yoksa ilk önce sahibini yere serer”. Tarık Buğra eleştirideki bu ince çizgiyi korumada nasıl bir yol izlemiş. Neler söylersiniz?
Tarık Buğra, yazmak isteyenlere, “Başkalarını hor görmek, kötülemek sana zırnık kazandırmaz, olsa olsa zamanını çürütür” diyor. “Başarın ancak yaptıklarına göre ve o kıratta olacaktır. El elden üstündür. Senden iyileri, senden üstünleri daima çıkacak, senin yaptıklarını geliştiren, mükemmele ulaştıran daima bulunacaktır. Deve kuşuna dönmen işe yaramaz, inkârın, sırt çevirişin metelik etmez. Yapan yapmıştır, kimsenin başarısını elinden alamazsın. Sen kendi en güzelini, kendi başarılını ara. Onu da kimse senin elinden alamaz. Zamanın sana çalışması için bir şeyler yapman şarttır. ”
Birkaçını alıntıladığım bu sözler, Tarık Buğra’nın, esere ve yazarına nasıl baktığını ve eleştiri anlayışını da açıklar sanırım. Kendisi ve eserleri yaptığı bu sağlam tespitin göstergesidir.
*Tarık Buğra edebiyat dünyasına, katıldığı bir yarışmada hikâyesinin ikincilik ödülü almasıyla giriyor. Yine bir yazısında ise edebiyat yarışmalarını ve jürilerini eleştiriyor. “Asıl birincileri birinciler dışında aramak lazım” diyen Buğra jüri olarak bu ödül törenlerinde bulunduğu oldu mu diye merak ettim?
Kendisine ikincilik ödülü verilen o yarışmada birinciliğin kime, niçin verildiğini yazılarında anlattığı için Buğra’nın okurları iyi bilir, ama kısaca özetleyelim: Cumhuriyet gazetesinin açtığı o yarışmaya gönderilen hikâyelerin değerlendirilmesi bitince Tarık Buğra’ya birinci olduğu söylenir, ama yarışmanın sonucu gazetede açıklanınca ikinci ilan edildiği görülür. Birincilik ödülü, gazetenin kurucusu Yunus Nadi’nin oğlu Doğan Nadi’nin, adı, o yarışmadan başka hiçbir yerde bir daha görülmeyen bölük komutanına verilir. “Asıl birincileri birinciler dışında aramak lâzım” demesi, kazandığı halde birinciliğin kendisine verilmeyişinden değil, okura, bir eserin birinci seçilişinde edebi değerinin önemi olmadığını, işin içinde başka marifetler arandığını anlatmak içindir. Bu türden yarışmalara ilk ve son katılıştan edindiği o tecrübeyi, “Türkiye’de sağlam bir edebiyat ve sanat ortamı yoktur” hükmüyle özetleyen Buğra, yıllar sonra, Hürriyet gazetesinin Sedat Simavi adına düzenlediği yarışmalardan birinde, ısrarlı davetlere direnemediği için jüri üyeliği yaptı.
Sonuçta da Buğra’ya yeni düşmanlar kazandıran o yarışmaya katılan bir adaydan seçiminden dolayı kendisini suçlayan bir mektup aldı. Ortaya konan eserde beğeni ölçüsü daima işin kurallarına göre yapılması olan Buğra da, kendisini haksızlık yapmakla suçlayan mektubun sahibine, ödülü kazananın gerçekten çok güzel hikâyeler yazdığını (yarışmaya basılı kitapla katılıyorlardı); bunu görmezden gelemeyeceği için oyunu ona verdiğini; aksi halde, bir zamanlar hikâyesini beğendikleri halde birinciliği gazete sahibinin oğlunun komutanına veren adamlardan bir farkı kalmayacağını uzun uzun anlatmaya çalıştı, ama gene de bir düşman daha edinmekten kurtulamadı.
Şimdi soruyorum: Tarık Buğra, oyunu iyi hikâyeler yazana değil de -sırf tanıdığı için- öteki yarışmacıya verseydi, Cemal Süreya’nın “Alnında lekesi olmayan adam” tespitine lâyık olur muydu?