Trajik ifadesi çok geniş bir anlam alanını işaret etmektedir. Etiğin zaviyesinden düşünmeye alışkın bir okuyucu trajik olandan, aralarında çelişkiler olmasına rağmen insanın bağlandığı iki değerin çatışması ve o çatışmayla doğan yıkıcı durumu anlar. Kuçuradi’nin ifadeleriyle trajik, her zaman değerler ya da değer karşılaşmalarıyla ilgilidir. Mekanik bir dünyada trajik ortaya çıkamaz. Yapıp ettikleri, davranışları karşıt değerler gerçekleştiren kişilerin yaşadığı bir dünyada, doğru-eğri, soylu-bayağı, saf-kurnaz insanların yaşadığı bir dünyada trajediye rastlanabilir ancak. Trajik diye adlandırılabilen her şey, değer ve değer ilişkileri alanında olup biter.
Trajik olanın kapsamını Antik Yunan tecrübesinde arayan biri onda kader, talih, arınma, evrensel düzen ve onun ihlali, gereklilik, soylu oluş vs. gibi unsurlar görmek ister. Eagleton’ın aktarımına göre İbn-i Rüşd sözcüğü övgü ile eş anlamlı ya da acı çekme erdemini övme anlamında düşünmüştür. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında İncil’i ciddi kitap anlamına gelecek şekilde trajedi olarak nitelendiren yazarlar olmuştur. Trajiğin anlamı belirli zaman dilimlerine göre farklılaştığı gibi günümüzde her bir düşünürün elinde öznelleşmektedir. Teknik anlamın dışında, gündelik dilde ise insanın türsel var oluşundan ve bu var oluşun bütün toplumsal sonuçlarından kaynaklanan acıları niteleyen bir sıfat olarak kullanılmaktadır. Gündelik dildeki kullanımda diğer bütün tanımlamaları içine alan bir genişlik var.
Ömer Yalçınova’nın Tufandı Koptu kitabı onun trajik duyuşu en fazla muhteva eden kitabı. Yukardaki anlam çeşitliliğini -Antik Yunan’daki anlatının sonucu olarak beliren trajik algıyı bir tarafa koyarsak- kitap boyunca bulabiliriz. Kitabın açılış şiiri bunun en belirgin örneği:
“Düşünceler seni hayatımızdan çıkarıyor, affet.”
Bu güçlü dizede trajiğin ikili dünyasını çok açık görüyoruz. Burada yanlış düşünmenin, hata yapmanın hayatımızdan bazı değerleri çıkarması ve sonrasında af dilenmesi değil söz konusu olan. Çünkü o değeri hayatımızdan çıkaran davranışlar değil, düşünceler. Düşüncelerle alanı daralan bir kutsal var. Şiirdeki özne bu kutsaldan yana fakat engel olamadığı bir şeyler de var. İşte trajik bilinçteki yarılmanın başladığı yer.
Doğrunun belirsiz kalışı da bu trajik yarılmayı derinleştiriyor. Konturları keskin, çizgileri net bir evrenin içinde değiliz. Dışardan değil bireyin kendi içinden neşet eden ikilemlerle, el yordamı arayışlarla ilerlenilen yarı karanlık bir dünya. Kuşkunun, küşümün dünyası. Bu dünyanın içinde son bir gayretle aranmanın- ama neyi?- hamlesi:
Oysa işte yağmur yağıyor, sen yağıyorsun gökten
Dualar yağıyor ve ben susup kalıyorum
İsteklerimin bu kadar peşine düşmekten utanıyorum
Arzularımdan beklentilerimden utanıyorum
Çünkü göstermiyorlar elinde ne var, nasıl yaşadın bugüne kadar
Neyi arzuladın ve istedin
Neler düşündün ve hissettin göstermiyorlar
Gözlerim puslu kalbim pastan geçilmiyor artık
Şiirin sahihliği gerçeği en çıplak haliyle verişinde. Hiçbir zihinsel sonuç salt zihinsel değildir. Arzular, yaşantılar, varoluşun duygusal boyutu da büyük etkenlerdir. Arzuların, utancın vs. de şiire dahil edilmesiyle trajik sonuç ilişkisel ve gerçek görüntüsüne kavuşturuluyor.
Şair bu kaotik sürecin sonucundan şüphelidir. Buradan bir kurtuluş sahnesi tasavvur ederken bile endişe içindedir. Neyin endişesi, onu söylemiyor şiirde. Belki de “büyük” olandan sonra gelecek olan o “büyük” şairi endişelendiriyor. O “büyük” elbette insanın “kendi”nde saklı ve onu karşılamak cesaret istiyor:
Kendimde değilim biliyorum,
Bir abdest alsam, vakit namazını kaçırmadan kılsam
Bir camiye gidip orada Müslümanlığı koklasam
Ağaca baksam ve yürüsem tek başına
Kendime geleceğimden korkuyorum
Şiir trajik şiddeti boyutlandırarak devam ediyor. Bir sonraki mısra “kendine gelmenin de ne demek olduğunu bilmediğimden korkuyorum”. Bu korku şiirin kurucu fikri olan aftan dahi -şiirin başlığı Affet- şüpheye düşülen bir derinliğe doğru evriliyor: “Af dileniyorum ama istediğim bile şüpheli”. Af gibi olumlu bir durum karşısında dahi şüpheye düşülmesi yazının başında alıntıladığım “Düşünceler seni hayatımızdan çıkarıyor, affet” dizesindeki “düşünceler”in ne denli güçlü olduğunu gösteriyor.
Şairin bunalımının yoğunluğundan kendi dünyamıza geçemiyoruz. Okurla metin arasında doğal bir şekilde ilerleyen geçişler, kendi hayatımızla yapılan kıyaslar doğmuyor. Bizim trajedimiz ikinci planda kalıyor, sadece şairin acısı parlıyor.
Bunlar kitabın ilk şiirinin bana düşündürdükleri. Daha doğrusu kitap boyunca gördüğüm bir algılayış biçiminin, varlık durumunun nüvesi bu şiir. “Herkes bir şekilde her şeyi denemek zorunda” diyen şairin büyük tecrübe toplamı var kitapta.
Dağılıyorum her bakışla
Güne yumruk gibi başlıyorum
Ya da sallapati kuşlar şurada şurada ağaçlar
Sonra dağılır gibi dağılıyorum dünyaya
dizelerindeki gibi tabiatın acıya büyük kayıtsızlığı ve bunun karşısındaki insanın küçüklüğü var mesela. Ya da mekan merkezli sinematografik bir varoluş var, bu varoluşun dönüştüğü jestler var. Özellikle ikinci bölümdeki modern pratiğin gündelik eleştirisi var. Bütün bunlar kendi başına başka bir yazı konusu. Fakat bu kadarı bile Tufandı Koptu’ya trajedinin Orta Çağ’daki “ciddi kitap” anlamını yakıştırabileceğimizi düşünmemiz için yeterli sanıyorum.