Kadın ve Demokrasi Derneği Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’la Kadın ve Demokrasi Derneği’nin(KADEM) Üsküdar’daki merkezinde buluştuk. Derneğin kadınlar üzerine yürüttüğü çalışmalardan yola çıkarak ülkemizdeki kadınların, hayatın farklı alanlarında yaşadıkları sıkıntıların aşılması için neler yapıldığını ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini konuştuk. Bayraktar, sorularımı büyük bir içtenlikle cevapladı. Buyurun.
Kadının ardında çok güçlü destekler var elbette. Siyasi iradenin bu husustaki kararlılığı, insaf sahibi herkesin teslim edeceği bir hakikattir. Sayın Cumhurbaşkanımız’ın, kadınların kamusal hayata katılımı konusundaki çabaları bizim için de çok cesaretlendirici.
Manevi anlamda ise mağdur kadınlar, kendilerine sahip çıkanları, onlar için çalışanları görüyor ve destekliyorlar. Onlardan gelen mesaj ve dualar işimize inancımızı daha da arttırıyor. Gençlerin bu konularda duyarlılığı ve bunun yanında kadın hakları konusunda yapılan akademik çalışmaların yaygınlaştığını görmek güzel.
Ancak bu destekleri yeterli görmüyorum. Çok açık konuşacağım; kadın hakları mücadelelerinin tarihsel süreçlerine dair yerleşik bir takım olumsuz önyargılardan dolayı, bir kesimde çok güçlü bir karşı direnç var. Kadını, kendine göre ikinci sınıf görmeye alışmış bu zihniyet için, kadınların, toplumun her alanında söz sahibi olması gerektiğini söylemek, kolayca ve memnuniyetle kabul edilemiyor. Öte yandan, Batı menşeli kadın hakları söyleminde kullanılan ancak toplumumuzun bazı ahlaki, ailevi ve manevi değerlerini zaman zaman tahkir eden, hatta bu değerlere savaş açan görüntülerin de bu karşı direnci beslediğini görüyoruz.
Lafı evirip çevirmeden söylemek gerekirse, bu direnç en nihayetinde bir güç savaşından kaynaklanıyor. Hâlbuki hayat bir güç savaşından ibaret değildir. Hayat, insan olma ve insan kalma çabasıdır. İnsan kalabilmek de hayatı, hak ve sorumluluklarıyla birlikte, kadın ve erkeğin adil şekilde paylaşmasıyla mümkün olur.
Aradığımız “insanlık onuru” Anadolu irfanında mevcut aslında. Bizim olumsuz örfe odaklanmak yerine bu irfanı yeniden keşfetmemiz gerek. Türk devlet geleneğinde de görüyorsunuz; kadına verilen değer, bazen yönetimin hatunlarla paylaşılması, bunlar genetik kodlarımıza işlemiş... Dolayısıyla evet, aşılması gereken ciddi sıkıntılar olmakla birlikte, pek çok başka toplumla kıyaslandığında adil bir paylaşım ve kadının insanlık onurunu teslim etme noktasında daha güçlü ve gelişmeye açık bir toplum olduğumuzu düşünüyorum.
İstanbul Sözleşmesi de dahil, aile içi şiddetle mücadeleye ilişkin mevzuatın tamamı önemli birer enstrüman. Kaldı ki İstanbul Sözleşmesi nihayetinde bir çerçeve sözleşmeydi. O sözleşmedeki şiddetle mücadele perspektifini gözeten ve daha önemlisi kendi toplumsal tecrübemizden faydalanarak oluşturduğumuz bir iç hukuk var. İç hukukumuzdaki ilgili yasa ve tüm düzenlemelerle birlikte, kadına karşı şiddetle mücadelenin güçlendirilerek sürdürüleceğine inanıyoruz. Bizim de çalışmalarımız bu minvalde devam edecektir.
Fakat şu noktada çok dikkatli olmamız gerekiyor; İstanbul Sözleşmesi’nin feshini sanki kadına şiddetle mücadeleyi düzenleyen 6284 sayılı Kanun da iptal edilmiş gibi anlayan, böyle düşünmeye yatkın bir kesim var. Özellikle sahada şiddetle mücadelenin uygulayıcılarında böyle bir algının görülmesi çok tehlikeli sonuçlar doğurur. 6284 sayılı Kanun’un uygulamasında hiçbir aksaklık olmaması için kamu görevlileri ve STK’lar özel bir duyarlılık göstermeliler. Biz de bu noktada elimizden geleni yapacağız.
Kadın hakları ise tabii daha kapsamlı bir konu. Kadın haklarının tesisi için İstanbul Sözleşmesi’nden önce de mücadele veriliyordu, sonrasında da belki daha güçlü bir şekilde verilmeye devam edilecek. Bu noktada, kadın hakları tartışmasının sağlıklı bir zemine çekilmesi için çaba göstereceğiz. Ne baskıcı ve kısıtlayıcı önyargıların ne de LGBT lobisinin uluslararası ölçekteki propagandasının, kadın hakları mücadelesine zarar vermesine razı olabiliriz. Kadın hakkı denince bunun sadece Batılı ve seküler bir tanımlaması olmadığını; temelde büyük bir ortak payda olmakla birlikte, her kesimin, her toplumun bu hakları kendi inancı ve toplumsal gerçekliklerine göre tanımladığını göstermek mühim.
Bizi objektif bir gözle takip edip derdimizin, tüm kadınların haklarına ulaşması olduğunu gören her kesimden, siyasi, dinî, sosyal gruptan destekçilerimiz var. Tabii benim ve yönetimimizdeki bazı arkadaşlarımızın siyasi kimliği açıkça bilindiği için doğal olarak AK Parti tabanından da ciddi bir destek görüyoruz. Bu destekleri çok önemsiyoruz. Çalışmalarımıza karşı çıkanların büyük kısmının motivasyonu, siyasi ve/veya ideolojik. Geri kalanların karşıtlığı ise geleneğin birtakım yanlış uygulamalarından kaynaklanıyor. Bu yanlış uygulamaların –sanılanın aksine- dinle pek ilgisi de yok. Örnek olarak; erkeklerin ev ve aile işlerine destek olmasının aşağılanması, dul kadınların tekrar evlenmesinin onaylanmaması, zina/aldatma kadınlar için “öldürülme sebebi” iken, erkeklere adeta hak görülmesi gibi durumlarda kendini gösteren sorunlu zihniyet, sadece dindarlar arasında değil, diğer kesimlerde de fazlasıyla yaygın. Sayın Cumhurbaşkanımız yıllar önce Refah Partisi’nde Kadın Kolları’nı kurma fikrini ortaya attığında onu kıyasıya eleştiren zihniyet, bugün bizim, kadının kamusal varoluşunu savunmamıza da aynı şekilde itiraz ediyor.
Dinen, kadın-erkek ilişkilerinde dengenin ve ahlakın korunmasında, kadın ve erkeğin sorumluluğu eşit olduğu halde, hem dindar hem seküler ailelerde, geleneksel olarak bu sorumluluk daha çok kadınla özdeşleştirilmiş. Keza ayetteki “ehlini ateşten koruma” -yani kulluğu ve iyiliği sevdirerek öğretmek ve yaşatmak- emrinin muhatapları erkekler olsa da, yerleşik düşüncede, ailede huzurun tesisi kadına yüklenmiş. Dolayısıyla bahsettiğimiz kesimde kadının çalışması veya sosyal hayatta aktif olmasının, mutlaka ailenin bozulmasıyla sonuçlanacağı inancı hâkim. Modernleşmenin aileler üzerindeki tüm olumsuz etkilerini, yalnızca kadınların kamusal hayatta aktif olmasına bağlamak hem mantıken yanlış hem de hakkaniyetten uzak. Kadın köyde, tarlada çalışırken aileyi bozmuyor da, şehirde çalışırken mi bozuyor? Demek ki burada daha karışık, katmanlı dinamikler var. Nedense kamusal alanda köylü kadının değil, şehirli, eğitimli ve en çok da dindar kadının görünürlüğü sorun oluyor.
Kadının yaratılışta ve hukuk önünde erkekle eşit olduğu çok temel bir hakikat ancak bunun toplumun genelinde kabul gördüğünü söyleyemeyiz. Lafzen kabul edilse bile çoğunlukla içselleştirilmediğini, uygulamadaki yanlışlarla görüyoruz. Bu yaklaşım gündelik hayatta nasıl çıkıyor karşımıza? Kadına söz hakkı vermeyerek, yarısı kadınlardan oluşan bir toplumda tüm belirleyici kararların ezici çoğunlukla erkekler arasında alınmasıyla, kadına yönelik şiddetle vs… Bu alanda adaletin ve hakkaniyetin zihinlerde oturtulması için, öncelikle akademik saha araştırmaları ile sorunları tespit etmeye, akademisyen ve uzmanlardan destek alarak çözüm önerileri üretmeye çalışıyoruz. Önerilerimizi elimizden geldiğince yetkili makamlara ulaştırıyoruz. Diğer yandan toplumsal bir iyileşme için farkındalık kampanyaları düzenliyoruz. Son dönemde kamuoyuyla paylaştığımız ve imzamiatarim.com adresinden imzaya açtığımız “Kadın Haklarına Dair İlkeler Bildirgesi” de aslında bunlardan biri. Özünü kadın haklarına dair çalışmalarımızda bugüne kadar bizlere ışık olmuş Makasidü-ş Şeria’dan ve uluslararası beyannamelerden alan ilkeleri barındırıyor.
Son iki dönemin üst üste gelmesi tabii ki bir tevafuktan ibaret. Şunun altını çizmek isterim, her iki bakanımızın da tercih edilme nedeni, onların KADEM’le ilişkileri değil, kişisel yetkinlik ve donanımlarıdır. Zaten yetkinlikleri dolayısıyla KADEM’de bulundular. Bu da KADEM’in potansiyelini ve liyakatini gösteren bir durum.
Çok açık konuşacağım, bana sorarsanız, ben KADEM’in hiçbir siyasi tartışma içine girmesini istemem. Ama nihayetinde alanımız kadın hakları, siyasetin bir konusu. Beraber çalıştığımız arkadaşlarımızın pek çoğu da siyaseten duyarlı ve aktif insanlar. Dolayısıyla nasıl ki akademide, özel sektörde, sendikalarda yer edinmiş kişilerin sıklıkla siyasette görev aldığını görüyorsak, sivil toplum kuruluşları ile siyaset arasında da insan kaynağı ve tecrübesi anlamında bir geçişkenlik olması çok doğal.
Eşimden aldığım en büyük destek, bana ve yaptığım işe saygı duyması ve bizimle ilgilenmesi. Zaman zaman çeşitli dezenformasyon ve kasıtlı saldırılarla karşılaştığımızda gösterdiği sahiplenme ve savunuculuk, benim için en büyük destek. Bu, insanı çok rahatlatan ve eşler arasında paylaşımı artıran bir unsur. Karşılıklı olarak işlerimiz hakkında fikir alışverişinde bulunabilmek, istişare edebilmek çok kıymetli. Bunun dışında zaman zaman toplantım uzadığında, kızımızı işyerine götürmesi, orada sağ olsunlar kayınvalidemlerle beraber onunla ilgilenmesi ve en önemlisi bunu zorunlu bir çocuk bakımı gibi algılamadan, kızına düşkünlüğünden seve isteye yapması ayrı bir güzellik.