Sanat tarihinin en önemli sanatçılarından Vincent Van Gogh’un ağabeyine yazdığı mektuplardan oluşan Theo’ya Mektuplar kitabından bir alıntıyla başlayalım: “Ah, pazar günleri.... O pazar günlerinde yapılan, başarılan her şey... Bu kenar mahallelere, kalabalık sokaklara nasıl da bir rahatlama getiriyor hep.”
Van Gogh’un satırları, sanıyorum her birimiz için benzer bir anlam ifade ediyor. Çünkü pazar demek biraz “kalabalık”, biraz da “yalnızlık” demek... Bu hafta tüm bunları konuşmak için Pazarları Hiç Sevmem’e Cihan Aktaş’ı konuk alıyoruz. Aktaş’a pazar günleri üzerine düşüncelerini sorduğumuzda anlatmaya başlıyor: “Pazarların sıkıcı geçmesi ile müteahhitlerin yaptıkları binaların alnına firma adı kondurması arasında bir bağ olduğunu düşünürüm. O kadar emek verilmiş bina, ancak, bir mimarlık şahaseri olsaydı, orada bir mimarın adını görürdük. Pazar günlerine de o kadar çok plan program aktarılır ki geriye sadece yetemeyen zaman yüzünden hayıflanmalar kalır.”
Aktaş, “yerleşik çalışma sisteminin tatsız tuzsuz eşiği” diyor bu gün için. Ardından da anılarını aktarmaya başlıyor: “...beş gün var daha cuma akşamına ulaşmak için, yatılı okulda böyle hesap ederdim. Sevmediğim, anlamak istemediğim bir ders sona erdiğinde ise cuma akşamı neşesi doldururdu içimi. Çarşıya inerdik cumartesi günü, dondurma yer, dergi alırdık, daha sonra okulun parkında dolaşırdık elimizde kitaplarla. Cuma ve cumartesi akşamı ikişer film izlerdik, bütün öğrenciler birlikte sinema salonuna dönüşen yemekhanede.”
Aktaş, öğrencilik dönemine atıflarda bulunarak pazarın, pazar hissinin nerede, nasıl başladığını anlatıyor. “Sıkıcı pazar aslında cumartesi gecesi o iki filmi izleyip de yemekhaneden çıktıktan sonra başlardı. Ertesi günün her saati bir ödev yüklüyordu ne de olsa.” diyor. Ardından da şunları anlatıyor: “Yatakhane ve sınıf temizliği, gazete parçalarıyla pencerelerin silinmesi, arazi temizliği ve sonra banyo, çamaşır suyu ve deterjan kokulu çamaşırhane, ütü için sıraya girmek… Eğitim yıllarının varlığımızı kendimize has özellikleri umursamadan bir kalıba dökmeye çalışan disiplini geleceğe dönük kolay değişmeyen yargılar oluşturuyor.”
Pazarlarla ilişkimizi cumartesi üzerinden de yorumlayabileceğimizi hatırlatan Aktaş, “İnsanın gözünü boyuyor cumartesi hep, sıkıcı pazar hiç gelmezmiş gibi.” cümlesiyle de bu fikrin altını çiziyor. Aktaş hislerini şu cümlelerle aktarıyor: “Zaman hep böyle baskı altında tutmadan geçecek, planlar esnek olacak, istediğin saatte uyuyabilirsin, hem ertesi gün nasılsa pazar. Gelgelelim çelişkili iki duyguyla ilerliyor pazar, hem henüz vakit vardır hem de istediğiniz kadar plan program yapın, yetersiz kalacak ayırdığınız süre; ertesi gün pazartesi olduğu için. Tembellik hakkı vaat ediyor pazar ve tatile özgü boşluk düşüncesinin rahatlığını ama hafta içinin baskısı o kadar beklenti yüklüyor ki benliklere, bir gün, sınırdaki gün bocalamaya başlıyor bir yerde.”
Aktaş bize bir öyküsünü hatırlatıyor: “Duvarsız Odalar.” Bu öyküsünde hayallerini kesintisizce sürdürmek isteyen bir çocuğun kalabalık ev ortamında kendine oturma odası içinde bir sığınak arayışını konu alan Aktaş, bize “zihinsel yanı da olan el emeğine dayalı bir çalışma yapay çizgilerle bölündüğünde nasıl problemsiz gerçekleşebilir?” sorusunu soruyor. Sonra da konuyu şöyle açıklıyor: “Oldum olası dışarıdan yönelen bir çalışma çizelgesine uyum sağlamakta zorlanmışımdır. Tatil başka türlü düşünülmeli, derdim, okul da bu şekilde olmasa…”“Daha da gerilerde, okul öncesi yıllarda da pazar sıkıcı bir gün olduğunu bildirirdi kendine has telaşı veya sessiz olmaya çağıran düzeniyle.” ifadelerini kullanan Aktaş, hepimiz gibi pazar günlerini aileye dair bir takım anılarla anıyor: “Babam hafta içinde eve gece geç saatlerde gelirdi, bu nedenle de onun ayrıcalıklı programları tarafından belirlenirdi pazarın akışı. Ajansı dinlerken ve gazete okurken çıt çıkmamalıydı evde. Misafirler, kahveler, özel yemekler, televizyonda tartışma programları…”
Aktaş, bu günden beklentilerimizin, pazarın “boyunu aştığı için” gerçekleşmediğini ima ediyor. Elbette bu noktada mesai sisteminin ağırlığının da altını çiziyor: “Mağaralarda yaşamış hemcinslerimizin hiç bilmediği sekiz-beş mesaisine trafik azabı daeklendiğinde başka nasıl hissedebiliriz pazarın yetmezliğini? İşte şu saatler arasında alelacele düşüneceksin, öğleden sonra da esinlerin harekete geçmeli… Peter Sloterdijk’e göre Derrida pazar düşünürü değil, pazar gününü -gerçekten ve temel nedenlerle- iş gününe çeviren yorulmak bilmez bir işçiydi. Pazarı bütün günler gibi geçirebilir insan ama mesai sistemi ağırlığını korudukça biricik pazar sıkıntısını bütün günlere yaymaya devam edecek, vaatleri boyunu aştığı, bu iş güç ve tatil düzeneğinde başka türlü olamayacağı için de...”
Aktaş’ın anlatımlarına göre cumartesi ile pazar arasındaki gerilim de dikkate değer bir mesele. Bu noktada günleri ailemizle veya yalnız geçirmenin farkı ortaya çıkıyor. Tüm bunları anlamak için Aktaş’ın şu anlatısına dikkat kesilebiliriz: “Üniversite yıllarında cumanın akşam saatlerinde bir projeyi son noktasına taşımanın gerilimi içinde olurdum, zaman hiç yetmezdi, cumartesi bir yerlere gitmek gerekirdi ve pazar günü gelir çatardı. Ara verip babamın gömleklerini ütüler, ara verip bulaşık yıkar, ara verip namaz kılar, ara verip yürüyüşe çıkar ve düşünceler içinde dönerdim. Bir şeyler sürekli –sanki o çok cömert olabilirmiş gibi- pazarın zamanına ertelenir ve sıkışırdı. Annem küveti yeterince ovmadığımı düşünür, yeniden ovmamı isterdi. Pazar, iyi kötü sürprizlerle dolu koca bir depo gibiydi, nelerle karşılaşacağınıza emin olamazdınız. Telefon çok sık kullanılan bir araç değildi. Bir misafir kapıyı çaldığında, hele kışsa mevsim, sobanın yandığı on beş metrekarelik odada misafir ağırlarken proje çalışmayı sürdürürdüm. Havada bir buhar olurdu. Müzik dinleyemezdim. Çayları sürekli tazelemek gerekirdi. Televizyonun sesi uğultuyu bastırmak için habire çoğaltılırdı. Olgunlaşması gereken ne çok detay gözümde büyürdü çizdiğim projede! Başka bir yerde olabilmeyi isterdim.”