Ters Köşe’de bu kez romanlarıyla şöhrete kavuşan ama öyküsüyle de kasıp kavuran ve daha önce hiç okumadığım Necip Mahfuz’u inceledim. Ortadoğu’daki olaylar vesilesiyle Arap yazarlara merak saldığım bir dönemde adını sıkça işittim. Uzun süre aklımda kalmış olacak ki raflarda Mumyanın Uyanışı kitabıyla karşılaşır karşılaşmaz satın aldım. Bir çırpıda bitiriverdim.
Mahfuz, Kahire’nin Cemaliye bölgesinde dünyaya gelmiş. Yazın hayatına öyküleriyle başlayan yazardan geriye otuz dört roman, on dokuz kısa öykü koleksiyonu, iki diyalog türü eser ve birçok çeviri eser kalmış. 1988 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazanmış ama çok sevdiği Kahire’den Nobel ödülünü almak üzere bile ayrılmamış. Camp David Anlaşması’ndaki destekleyici politik tavrından ötürü ABD’nin desteğini arkasına aldığı ve bu sayede ödülü kazandığı söylense de Doğu-Batı arasında sıkışan bir medeniyetin insanlarının çatışmasını ve ferdi dönüşümünü eşsiz anlatımı bu dedikoduyu yıkar vaziyette.
Beş ayrı öyküden müteşekkil bir hikâye kitabı olan Mumyanın Uyanışı Can Yayınları’ndan Mehmet Hakkı Suçin’in çevirisiyle yayımlanmış. Öykülerin her biri romana dönüştürülebilecek hikayelerden oluşturulmuş ve sizi bir anda Antik Mısır’a götürebilecek nitelikte. Öyle sade ve anlaşılır dille yazılmış ki yediden yetmişe herkesin kitaplığında yer alarak herkese bir şeyler öğretebilir. Öykülerin bir diğer ortak özelliği ise insanların sıradanlığını konu edinmesi. Bir hükümdarın da bir kölenin de hatta Firavun’un da sıradanlığı ve düştüğü gaflet anlatılmış. Eserde en çok kitaba adını veren Mumyanın Uyanışı ve Öteki Dünyadan Bir Ses öyküsünü beğendim.
Mumyanın Uyanışı, mezarında rahatsız edilen bir mumyanın 20. yüzyıla öfke içinde uyanışını anlatıyor. Bu uyanış kimlerin sayesinde, nasıl gerçekleşiyor okuyup görmenizi isterim. Öykünün başında; Mahfuz bu hikâyeyi anlatmaktan büyük bir utanç duyduğunu, hikayedeki bazı olayların bütün akıl ve tabiat yasalarını ihlal ettiğini ama asla bir hayal ürünü olmayıp hakikat aleminin ürünü olduğunu dile getiriyor. Ben bir okuyucu olarak tasvirden öyle çok etkilendim ki, neredeyse tüm olaya inandım.
Öteki Dünyadan Bir Ses ise, ölen bir insanın ölümünden sonraki 70 günlük mumyalanma sürecini ve defnedilme zamanına kadar gözlemlediklerini, hissettiklerini ve artık ait olmadığı dünyaya dışardan bakan bir göz olabilmenin ferahlığını okuyuculara anlatmış. Öyküde ölüm ve sonrası öyle etkileyici işlenmiş ki, Necip Mahfuz sanki birçok kez ölen bir yazarmış gibi geldi bana. Ölümlerden ölüm beğenen, bunu kusursuz bir şekilde satırlara döken Arap dünyasının Balzac’ının gerçek dünyadaki ölümü de kolay olmamış. 1994 yılında bıçaklı saldırıya uğramış, sağ kolundaki sinirleri zedelendiğinden yazmakta büyük zorluk çekmiş roman yazmaya devam edemese de kısa hikayeler yazmaktan vazgeçmemiş, 2006 yılında ise düşerek kafasından yaralanıp vefat etmiş. Kahire’de 95 yaşında hayata gözlerini yummuş, umarım en az karakteri kadar ölümüyle yaşamı arasını gözlemleyebilmiştir.
Siz de Necip Mahfuz’u hiç tanımadıysanız, romanlarına yönelmeden önce öykülerini okuyabilirsiniz çünkü Mahfuz’un öyküsündeki olağanüstü çeşitlilik, sürgün edilen erdemler, açgözlülük, hırs, aşk gibi temalar kısa fragmanlar izler gibi sizi romanlarına ulaştıracak. Bu şekilde onun eserlerinden daha çok keyif alabilirsiniz. Ben romanına ilkin dinler tarihinin alegorisi olarak yazılan ve Mısır’daki dini otoritelerin tepkisini çekerek Nobel ödülü aldığı tarihe kadar yasaklanan, Cebelavi Sokağı’nın Çocukları ile başladım. İyi kitabı aramaya vakit ayıramayan ama ahir ömrünü güzel eserlerle geçirmek isteyen tüm okuyuculara bu okuma yolculuğumu önerebilirim.