Necip Fazıl’ın vefatı İstanbul’a gelişimden dokuz yıl sonradır. Şimdi düşününce görüyorum ki, 18-27 yaşlarım arasında aynı şehirde yaşamışım onunla. Kendisiyle tanışmak nasip olmadı. (Bunun en önemli sebebi benim bu konularda gösterdiğim çekingenliktir.) Buna rağmen 1974 yılı sonlarında veya 1975 yılı içinde onun Cağaloğlun’daki Milli Türk Talebe Birliği Salonu’nda verdiği bir konferansı dinleme imkanım oldu. Hatta konferans sonrasında, çıkışta bir ara çok yakınına düştüm kalabalıkta. Hitabetinin gücüne, tavırlarındaki cazibeye, giyimindeki zarafete tanık oldum böylece. Aynı yıllarda Harbiye’de, o günkü adıyla Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı’nda yapılan meşhur gençlik gecesinde ben de o salondaydım. Unutulmaz kareler var o geceden aklımda; henüz salon tam dolmadan şip-şak fotoğrafçıya çekildiğimiz bir kare de fotoğraf.. Necip Fazıl’ın cenazesi günü Fatih Camii avlusunda saf tutan o büyük cemaatin de içindeydim. Ankara’dan gelen Rasim Özdenören’le beraberdik, kalabalıkta birbirimizi kaybetmeyelim diye elimden tutmak zorunda kaldı bir ara Rasim Ağabey.
Necip Fazıl’ı okumaya başlamam bu yıllardan çok öncedir; 1960’lı yılların sonunda Manisa’da ortaokul talebesiyken, o şehirdeki Şehir Sineması’nın kışlık salonunda, bir gezici tiyatro grubu Bir Adam Yaratmak’ı sahneye koymuştu; Necip Fazıl’ın beni içerden yakalayışı işte o gece oldu. Kader konusunu kavrar gibi oldum adeta o gece. O seneler Ulu Hakan Abdülhamid Han kitabının da yayımlandığı yıllardır. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim ve arkadaşları bu kitap üzerine konuşurlardı bir araya geldiklerinde; onların hararetli sohbetleriyle doludur hala kulaklarım. Lise yıllarımda başlayan Necip Fazıl okumalarım bir süre sonra kendi yüksek ısısıyla beni iyice sardı. Bir gece sabahlamış, Bir Adam Yaratmak’ı bir de kitaptan okumuştum. Küçük bir defterim vardı, oraya, kendi duygu ve halimi de anlatan bir yazı yazdım kitap hakkında.
Babıâli’nin bir gazetede tefrika edilmeye başladığında İstanbul’daydım. Gazeteyi hergün merakla beklerdik, o günkü tefrikayı okumak için. Sonra kitap olarak çıktı, Fatih Camii’nin Karadeniz tarafında bir gencin Necip Fazıl kitapları sergisinden aldım onu da.
Bu hatırlayışlarımın bir sebebi var. Hazırlayacağım bir yazı için Necip Fazıl okuyorum bir kere daha bugünlerde. Bazı kitaplarını kim bilir kaçıncı kez olmak üzere. Bir kere daha rahmetle anıyorum Üstad’ı, kim bilir kaç bininci kez. Onun yeni bir İslamî duyarlığın oluşumunda, o duyarlığı devralan bir gençliğin yetişmesinde oynadığı rolü düşünüyorum bir kez daha. Bu müstesna insanların, bizden çok önceden başlamak üzere, genç nesilleri yetiştirmek üzere harcadıkları emekler bir bir karşıma çıkıyor.
Üstad, kendisi “şehirli” kültürüyle yetişmiş bir İstanbul çocuğudur. Bahriye Mektebinde, o zaman İttihatçıların uyguladıkları bir program çerçevesinde, özellikle sofradan başlamak üzere tam bir Fransız eğitimi içinden geçirilirler. Batı müziği dinlerler. Batılı sofra teşrifatını, Batı müziği kültürünü bir eğitim olarak alırlar. O, hayatına sinen böylesi bir Batı kültür ve yaşayışına da sahiptir. Evinde bir zaman “uşak” bulundurmasından söz eder hayatının bazı tanıkları. Feleğin bin bir çemberinden geçmiş Üstad’ın bu tarafını bilmeyen bazı gençler, onun şiirinin arkasındaki, klasik Batı müziğinden akseden ritmin farkında olmadıkları için, bir ara kendi düzenlediği şiir ve hitabet kasetlerinin arkasına Batı müziği yerine Klasik Türk müziğini yerleştirmeye kalkmışlar, fakat tutturamamışlardı.
Tüm bunları şunun için anlattım, Büyük Doğu dergisiyle beraber bir misyonla toplum karşısına çıkan Necip Fazıl’ın hedef kitlesi Millet, büyük oranda Anadolu’dan üniversite eğitimi almak için gelen gençlerdi. Etrafında topladığı bu insanları eğitirken, ayağını paspasa silerek büroya girmelerine kadar inceltmiştir o eğitimini. Bu tür durumlarda tüm otoritesini kullanan Üstad’ın kendine has azarlayıcı bir dili de olmuştur karşısındaki gence. Fakat onun azarlamaları bile ondan gelen bir ilgi ve sevgi gibi algılanmış, o gençleri gücendirmek şöyle dursun kendilerini ayrıcalıklı hissetmelerine ve şevklerinin artmasına sebep olmuştur.
Bir dönemden sonra Büyük Doğu Anadolu’nun her tarafına yayılmıştır. Dergiyle yetinmeyen Üstad, kendisi Anadolu şehirlerini dolaşmış, meselesi olan insanlar yetiştirmek için kalemi, hitabeti ve aksiyonu başta olmak üzere tüm varlığını ortaya koymuştur. Mücadelesini Türkiye’nin en zor şartları altında sürdürmüş, adeta Allah demenin bile yasak olduğu bir dönemde başka birinin kolay kolay gösteremeyeceği bir cesaretle İslam davasını bayraklaştırmıştır. Bu sebeplerle mahkemelerde yargılanmış, hapishanelere düşmüştür. Ayasofya’nın tekrar Cami olarak açılması meselesini ortaya atıp bunun takipçisi olan isimlerin başında gelir Necip Fazıl. Gençliğimizdeki büyük özlemlerden birisiydi bu bizim. MTTB’nin Ayasofya’nın önündeki meydanda düzenlediği mitinglerde nefesler tükettik.
Bir “mürebbi” idi Necip Fazıl. Gençliğin ve tüm milletin öğreticisi. Bir Fransız ansiklopedisinde hapislikleri müddetçe aldığı üniversite eğitiminin toplam süresinden fazladır, diye yazıyormuş. Bu söz çok anlamlı gelir her hatırlayışımda bana. Bir insan düşünün ki Allah için sürdürdüğü mücadelesi sebebiyle tekrar tekrar hapislere düşsün ve bunun süresi eğitim yıllarının toplamından fazla tutsun. Burada nükte hapislik süresinin eğitim süresiyle karşılaştırılmasında. Çünkü “hapishane”, Üstad’ın sürdürdüğü “dava”sına göre Hazret-i Yusuf’un medresesi; yani yüksek bir eğitim ocağı, “fakülte”dir. Orada kendini bir iç terbiyeden, murakabeden geçirir her seferinde Necip Fazıl.
Necip Fazıl’ın aramızdan ayrılışının kırkıncı yılı oluyor 2023. O ruhaniyetiyle, eserlerinden yükselen iç enerjisiyle aramızda; kah azarlayarak uyarıyor, kah yücelterek moral veriyor bizlere. Sahip olduğu davayla olduğu gibi yüksek sanat gücüyle, eserlerinin dil ve üslubuyla da bir meşale gibi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Duamız, Allah’ın rahmetinin üzerinden eksik olmaması.