Mustafa Kutlu’nun İstanbul’u dolaşarak yazdığı yazılardan oluşan “Topkapı’dan Topkapı’ya” ve “Haliç ile Çepeçevre İstanbul” kitapları bizi 1980 ve 1990’ların İstanbul’uyla buluşturuyor. Kutlu’ya göre İstanbul’u tanımak kendimizi tanımak demek. Kendi kültürümüzün, düşüncemizin, inancımızın, hayat tarzımızın en iyi temsil edildiği yer Dersaadet’tir.
Yirmi milyona yakın insanın yaşadığı, 1950’lerden beri göç alan bir şehir İstanbul. Seksenler ve doksanlar bu göçün en hızlı olduğu zamanlar. Taşı toprağı altın diye, heybesini alan gelmiş. Gelmiş ama bu şehre ne katmış, bu şehirden ne götürmüş?
İstanbul’u tanımak kendimizi tanımak demektir çünkü. Kendi kültürümüzün, düşüncemizin, inancımızın, hayat tarzımızın en iyi temsil edilebileceği yer Dersaadet’tir. Bu şehirden bîhaber olmak ecdadından, medeniyetinden, kültüründen, sanatından, nezaketinden hâsılı kendinden bîhaber olmak demektir. Burayı tanımak için 1985 ve 1995 yılları arasında hemen hemen her pazar günü aralıklı olarak dolaştım.
İstanbul’u öncelikle bir hikâye yazarı olarak gezdim. Bir ikindi vakti hiç görmediğim ve girmediğim bir caminin bahçesinde oluyorum. Cemaatle tanışıp konuşuyorum. Kalabalık sokaklardan, harap evler ve bahçelerden, yeni inşa edilmekte olan semtlerden geçiyorum. Öteden beri Türkiye’de gördüğüm toplumsal değişim İstanbul ölçeğinde ilgi odağımı oluşturdu. İstanbul Türkiye’de yaşanan değişimi bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. En üzüldüğüm taraf, o zamanlar bir fotoğraf makinesi edinip de fotoğraf çekmemişiz.
İSTANBUL’UN YÜZDE YETMİŞİ KÖYLÜ
İstanbul geçen zaman içerisinde hep göç almıştır, fakat İstanbul’un geçmiş zamanlarda nüfusu azdı ve bunlar mahalle kültürü içerisinde çok gelişkin, yüksek bir şeyi temsil ediyorlardı. Dışarıdan gelenlerden bir şeyler alsalar da kendi kültürleri içerisinde onları yoğururlardı. 1950’den sonra bu göçün artmasıyla birlikte, İstanbul’un bütün dayanağı yıkıldı.
Kurtarılmış küçük küçük adacıklar kaldı şimdi. Artık dışarıdan gelen insanlara kendi kültürünü veremiyor. Dışarıdan gelen insanımız da tarım toplumunun kültürünü taşıyor. Apartman hayatına geçen köylüler, buraya adapte olamadı. Dolayısıyla şehir hayatına da adapte olamıyorlar, böyle iki arada bir derede kaldık. Bana sorarsan hâlâ İstanbul’un yüzde yetmişi köylüdür.
SURİÇİ İHMAL EDİLDİ
Onlar da o ana babadan doğdukları için, o evde oturup kalktılar, orada yetiştiler. Üçüncü dördüncü nesli bekleyeceğiz artık. O zamana kadar da şehir nasıl bir yer olacak Allah bilir. Üstelik bir de bütün dünyanın üstümüze hücum ettiği tekno kapitalist düzenin, dijital dünyanın baskısı altındayız.
Artık İstanbullu bir şey yapamaz. İstanbul ceddimizden gelen kendine mahsus birtakım hususiyetleri başat kültür olarak taşımakta ve yaymakta artık yaya kalmıştır. Salacak’tan baktığınız zaman kubbeler, minareler şehri İstanbul duruyor orada, ama öbür tarafa baktığınız zaman, Maslak’tan Mahmutbey’e kadar gökdelenlerden oluşan bir Şikago bir New York görürsünüz. Bunun ikisi de İstanbul, ama yürüyen ve güçlenen öbür taraf. Suriçi ihmal edilmiştir.
SİVAS KÖYLÜLERİNİN FUTBOL MAÇI
Çok sürprizlerle karşılaştım, çok sevimli sahnelere denk geldim. Mesela Eğrikapı’dan içeri girdim, az ileri gittiğimde küçücük minyatür bir hamamla karşılaştım. O kadar güzel ki bakmaya kıyamazsın. Kapısında talik yazıyla “Taharetle erer Hak’ka erenler, şifa bulur bu hamama girenler” yazıyordu. İçeride kocaman bir odun sobası yanıyor, sahibi hiç gelmeyecek müşterisini bekliyordu.
İşte o adam İstanbul’un son sahibi. Haliç kıyısındaki Dalan’ın yaptırdığı basket sahalarında futbol oynayanların, Sivas’ın köy takımları olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. ‘I love you Fenerbahçe’ yazıyordu mesela Kasımpaşa’nın Kulaksız semtinde. Meğerse Fenerbahçe şampiyon olmuş o sene. Ama Kasımpaşa gibi kabadayıların olduğu bir semte İngilizce I love you yazısı girmiş, nasıl girmişse. İşte size İstanbul.
GELECEĞİ YAKALAMAYA ÇALIŞIYORUM
Nasıl bir değişime uğradığımızı, nasıl bir yolu tutturduğumuzu anlarsanız, o yolun makul bir yol olup olmadığını, bizi selamete ulaştırıp ulaştırmayacağını da anlarsınız. Bir süre önce Reis de dikine bina yapmayalım, artık yatay bina yapalım dedi mesela. Bunun yanlış olduğu anlaşılıyor şimdi, ama iş işten geçti. Ondan da vazgeçildiğini sanmıyorum, herhalde çok büyük kâr getiriyor ki dikine binaları yapıyorlar, bu yanlış bir yol. Bu kitaplar sayesinde belki bundan dönülmesi gerektiği düşüncesi hasıl olur.
SİZİ FUKARALIĞA ÇAĞIRIYORUM
Eyüp’te bir semtin adı Akarçeşme, orada çeşme var ama akmıyor. Bakımı yapılıyor ama musluklarını çalıyorlar. Bu gece koyuyorsun ertesi gün musluk yok. Şehrin sokakları artık tekinsiz, yaramaz adamlarla dolu. Dolayısıyla sen yapıyorsun, o yıkıyor. Çünkü çok kalabalık. İstanbul’un problemleri kangren olmuş, bana göre çözümü mümkün olmayan bir şehir. Onun için ben çok radikal şeyler söylüyorum. Mesela şehirleri boşaltın diyorum. Anadolu topraklarına gidin, yeni şehirler kurun diyorum. Tabii ki teklif ettiğim çok da matah çok da arzu edilir bir şey değil.
İnsanlara Kanaat Ekonomisi’ni teklif ediyorum. Bana “Sen bizi fukaralığa mı çağırıyorsun?” diyorlar. Evet, fukaralığa çağırıyorum. Az yiyeceksin, az konuşacaksın, az uyuyacaksın. Tasavvufun üç esası budur. Bu kadar yorgandan dışarı bacağını çıkarmak bize yakışmaz. Onun için birbirimize düşüyoruz.
AMERİKAN TARZI
Bizim kendi düşüncemizden gelince bir şey olmuyor, ama dışarıdan bir şey gelirse o tamam. Şimdi köye gitmek, orada yaşamak da moda, yeni köylü diye belgeseller var, yüksek yerlerden emekli olmuşlar, parayı da bulmuşlar. Zaten gidecekleri yeri de seçmişler, Yozgat’ın Şefaatli ilçesinin bir köyü değil, Köyceğiz’de bir yer yani. Keçi yetiştiriyorlar, organik tarım yapıyorlar, ateşin başında gitar çalıyorlar. Tüm dünyayı saran Amerikan tarzı gibi bir taşra olmuş.
BiZDE ÖTEKi DiYE BiRiSi YOK
- -Marmara Kıraathanesi pasaj olmuş, Erenler kahvesi var o sırada. Türkocağı açılıyor, İlesam daha sonra herhalde. Bu yerlerin kültür sanat dünyasına etkisi neydi?
- İçişleri Bakanı Cemil Çiçek’e Yeni Şafak gazetesinde açık mektup yazmıştım. Bu caddede bizim düşüncemizi ifade eden birtakım kapalı, harap olan yerleri kültürel faaliyet yürütecek vakıflara, derneklere vermelerini istemiştim. Hayatta yaptığı en iyi işlerden biridir, Çarşıkapı’dan başlayıp da Sultanahmet’e kadar bir sürü kültürel mekan meydana geldi. O mekanlara da Marmara’nın son atlıları yani bizler devam ettik. İlesam’da çok güzel günler geçirdik. İnsanların birbirini tanıması çok mühim. O mekanlarda insanlar birbirlerini tanırdı. Ben eğitimde de yüz yüze eğitimden yanayım. Arkadaşlık dostluk da birbirine yakın olmakla ilgilidir. Böylece insanlar birbirlerini tanır. Bana göre bir insanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, yeri geldiğinde başını omzuna yaslayıp ağlayacak bir dostunun olmasıdır.
- - Oldu mu öyle dostlarınız?
- Olmaz olur mu? Şimdi daha ferdi hayatlar yaşanıyor, ona bir şey diyemem. Bu bütün dünyayı pençesine almış olan kapitalist hayatın tezahüründen başka bir şey değil. Tüketim toplumu ve bencil toplum. Bizde öteki diye birisi yoktur. Öteki demek için önce ben diyeceksin. Ben olmadan öteki olmaz. Biz yetmiş iki millete bir göz ile bakıyoruz. Orada öteki olur mu hiç?
VEDA GİBİ GELDi
Kütüphanemde çok kitabım yok, olanlardan bir kısmını da yayınevine götürmek için kaldırdığımda, altından daktilo edilmiş üç dosya çıktı. Ne kadar derbeder bir yazı hayatım olduğunu anlayın, yazdığım kitapları unutmuşum. Bulunca bir sevindim bir sevindim. Hem bir hatıra, hem de bugün İstanbul’la ilgilenen yazar, şair, fotoğrafçı, belediyeci, şehir tarihçisi kim varsa hepsinin okuması lazım gelen kitaplar oldu.
Ben duygusal bir adamım, o sahneleri hatırladıkça, Yahya Kemal diyor ya, “Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler, Son meclîsi câm üstüne câm olsun erenler…” Böyle bir veda gibi geldi bana. Çok hüzünlendim. Çünkü gezdiğimiz yerlerdeki tekkeler, zaten yıkılmak üzere olan yerlerdi. Şimdi gitsek yıkılmıştır. Suriçi’ne çok üzülüyorum, nefsi İstanbul dediğimiz yer Suriçi’dir, esas korumamız gereken yer. Maalesef ahalisinden kimse kalmadı, dışarıdan gelenlerle doldu.