Mevlana’nın ilk kez 1937 yılında basılan kitabı Mecâlis-i Seb’a (Yedi Meclis) 87 yıl sonra aynı şekilde basıldı. Mecâlis-i Seb’a’nın, Mevlana tarafından Konya Halkına Türkçe olarak irat edilen mev’izelerden (nasihat) meydana geldiği kabul ediliyor. Bunlar Türkçe olarak derlenmiş ve derleyen tarafından Farsça’ya çevrilmiştir.
Büyüyen Ay Yayınları, Mevlana’nın aslî eserlerinden birini, Yedi Meclis’i (Mecâlis-i Seb’a) yayımladı. Bilindiği gibi Mevlana, eserlerini, Farsça olarak söylemiştir. Farsça o dönemde hem Mevlana ailesinin köklerinin bulunduğu Belh’te, hem de sonradan yerleştikleri Konya’da yazı dili/devlet dili durumundadır. Mecâlis-i Seb’a’nın, Mevlana tarafından Konya Halkına Türkçe olarak irat edilen mev’izelerden (nasihat) meydana geldiği kabul ediliyor. Yine aynı kabule göre, bunlar Türkçe olarak derlenmiş ve derleyen tarafından Farsça’ya çevrilmiştir.
ÜSKÜDAR’DA KÜTÜPHANEDE KEŞFEDİLDİ
Eser, Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde bulunan Farsça yazma bir nüshasından (bu nüsha sonradan kaybolmuştur), M. Hulusi Karadeniz tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1937’de kitap halinde yayımlanmıştır. İşte elimizdeki kitap, bu eserin 87 yıl sonraki (Fatih Yıldız tarafından yayına hazırlanan) yeni baskısıdır. Kitabın asıl özelliği, şüphesiz Mesnevî, Divanı-ı Kebir, Fîh-i Mâfih, Mektûbât gibi Mevlana’nın aslî eserlerinden biri olmasıdır. Ancak bunun yanında onu değerli kılan başka özellikler de vardır. Bunlardan biri, eseri Farsça’dan Türkçe’ye aktaran Hulusi Karadeniz’in Türkçe’sidir. Onun çeviride gösterdiği titizlik Türkçesinde kendini ortaya koyuyor. Ayrıca Hulusi Karadeniz, bu ve benzeri çeviri ve eserleri yanında başka özellikleriyle de üzerinde durulması gereken bir kişilik yapısına sahiptir.
O, kültür dünyası içinde, Sahaflar Çarşısında 1929 yılında başladığı sahaflığıyla bilinen bir kişidir. Ölümüne kadar (1949) sahaflığı 20 yıl sürdürmüş, sonra bu işi oğlu Ekrem Karadeniz üzerine almıştır. Hulusi Karadeniz’in bir başka bilinen yönü ise, Batum’dan cebinde getirdiği çay tohumlarıyla (1912) evinin bahçesinde başlattığı çay ekimini geliştirip çayın tüm Türkiye’nin malı haline gelmesinde oynadığı roldür. Hulusi Karadeniz’e ayrı bir bahis açmak gerekir (Kısaca söylersek onun çok yönlü şahsiyetini yapan özellikleri arasında hafızlığı, medrese eğitimi gördüğü, iyi derecede Farsça bilmesi, kendi gayretiyle o günün şartlarında imtihana girip dava vekili -avukat- olması ve bu işi uzun zaman yapması, okullardaki hocalığı, bir ara Tekirdağ Belediye Başkanı olması, şapka kanununa muhalefetten yargılanıp -İskilipli Atıf Efendi’nin Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eserini Rize’ye getirtip satması sebebiyle- üç yılı aşkın bir süre hapis yatması gibi konu başlıkları bulunmaktadır. Ekrem Karadeniz gibi değerli bir kültür ve sanat adamının babası olmasını da ayrıca anmak gerekir.)
Mevlana’nın en çok bilinen eseri Mesnevisidir. Onun “âşık” tarafı Divân-ı Kebîr’i, “tefekkür” ve “terbiye” tarafı ise Mesnevisi ile sembolize edilegelmiştir. İlim tüm eserlerinin içindedir. Terbiye, tefekkür, aşk da.. Onun, çocuk yaşta Belh’ten gelerek yerleştiği Konya’da zamanla yaktığı ateş, diğer bazı isimlerle beraber Anadolu hamuruna kattığı maya, bir aşk ve tefekkür medeniyetinin bu topraklarda yeşerip gelişmesini ve kök salmasını sağlamıştır. En sıkıntılı bir dönemde, Moğol egemenliğindeki bir bölgede, istilacıların yıkıcı ateşi bir süre sonra sönmüş, Mevlanın gönülden gönüle sirayet eden kıvılcımları ise dünyayı tutmuştur.
Mesnevi, üzerinde en çok durulan eseri olmuş, yüzyıllara yayılan büyük ilgiyle etrafında bir mesnevi edebiyatı teşekkül etmiştir. Kendisinden sonra Mevlana’nın öğretisine, bir sisteme kavuşturularak sahip çıkılmış, “ney”in yakıcı nefesinden Türk musıkî kültürünün abidevî eserleri doğmuştur.
Mevlana’nın Mesnevi’deki içeriğe en yakın iki eserinden biri Fih-i Mâfih, diğeri ise Mecalis-i Seb’a’dır (Yedi Askı). Onların lisanının bir olduğuna değinen Veled Çelebi, bu dili “Ârifane bir lisan ile tâlibân-ı âşıkânı irşat için türlü delil ve cazip ifade ile âyetli hadisli, delilli şâhitli beyanattan ibarettir” diye açıkladıktan sonra bu iki eser arasındaki farkı da belirmektedir. Buna göre Fih-i Mâfih’in âşık dervişlere hitap eden bir eser olmasına karşılık Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis) hitap ettiği halk kitlesini göz önünde tutan, daha yalın ve öğüt içerikli bir eserdir. Eserdeki her “meclis”in bir Hadis-i şerif etrafında gelişmesine bakarak bu kitabın bir hadis yorumu olarak da değerlendirilebileceği dile getirilmiştir.
ESERİNDE METAFORİK BİR DİL KULLANMIŞ
Eserde müslümanların fesada düşüp bozulması, aklın faziletleri, kelime-i tevhid, nefis terbiyesi, ihlâs, takva, Allah’a kul olma, O’nun cemaline talip olma, samimi tevbe, Hz. Ömer’in faziletleri, Allah’ın âlim ve ârif kullarının faziletleri gibi ifadelerle başlıklandırılabilecek konular yer almaktadır. Ancak bu meseleler ele alınırken Mevlana Kur’an-ı Kerim’den birçok âyete başvurduğu gibi aralarda kendisine ve Senai’ye ait bazı beyitlere de yer vermekte, tüm bunlardan birbiriyle ilintili bir anlam alanı ortaya çıkarmaktadır.
Mevlana’nın eserlerinde metaforik bir dil kullanması, esas özelliklerinden biridir. Yedi Meclis de bunun dışında değildir. Belki diğer eserlerle arasında belli bir nispet farkının olduğu söylenebilir. Onun eserlerindeki dili, sanatlı ve çok boyutlu, katmanlı hale getiren taraflardan biridir metafor. Senai’nin “Sulhu cenkten tefrik et, Şişe fabrikasının demirhane olması doğru değildir” anlamındaki bir beytinden sonra Mevlana’nın söylediği “Vücut dükkançesinde ya zevk ve taat şişeciliği yahut heva ve şehvet demirciliği yapılır.” sözlerinde vucut (insanın varlığı) bir atölyeye benzetilmekte, insanın bu atölyede ya üstün değerdeki işlerle (“zevk ve taat şişeciliği”), ya da heva ve hevesine uyarak düşük işlerle uğraşacağına (“heva ve şehvet demirciliği”) değinilmektedir. Bu metaforik (sanatlı) anlatımın ardından Mevlana, “Bilmeden amellerinizin batıl olmaması için” diyerek bir ayetle bağlamı bütünlüyor.
Yedi Meclis kitabında dilde lirik yükselişlerin ortaya çıktığı bölümler, her meclisin başında, “Besmeleden sonra” (Ba’del-besmele) sözüyle açılan, Allah’ın yüceliğinin dile getirildiği bölümlerdir. Bu yönüyle ele aldığımızda, Dördüncü Meclis’in başlangıcı oldukça dikkat çekicidir. Orada Cenab-ı Hakkın vasıflarından biri de “felek-i devvarı yeşil denizde ve sandalı su üstünde cereyan ettiren” olarak belirtilir. Görüldüğü gibi gökyüzü, içinde dönen feleklerin yüzdüğü bir “deniz”e benzetilmektedir.