
“Bir Başka Mesele”de bu haftaki konuğum Aile Vaizesi Merve Safa Erbaş Likoğlu oldu. Konumuz ise “mahremiyet”, özel hayatların nasıl ve neden ihlal edildiğiydi. Konuşa konuşa gençlerin evliliğe bakışlarına ve anne-babaların tutumlarına kadar geldik. “Sevilmeme cesaretini kazanmamız gerekiyor. Bizi herkes sevmek zorunda değil. Fikirlerimizi herkes beğenmek zorunda değil. Ama bana hakaret edemezsin” diyen Likoğlu, gençlerin sosyal medya hesaplarının 25 yaşa kadar kapalı kalması gerektiğini de düşünüyor.
Hep gençleri konuşuyor ve ağır eleştiriyoruz. Ancak günümüz yetişkinleri, vakitleriyle birlikte hayatlarını da mahremiyetlerini ihlal ederek sosyal medyada yaşamaya başladılar. Önümüze çok saçma sapan videolar, haller hareketler düşmeye başladı. “Ne olacak bu gençlerin hali” sorusu yerini “ne oldu bu koca koca adamlara, kadınlara” dehşetine terk etti. Peki ne oluyor bize? Evlilikler neden yürümüyor? Ya da evlilik kararları neden zorlaştı? Gençler neden hayatı biriyle paylaşmak istemiyorlar? Böyle onlarca suali sıralayabilirim. Bir Başka Mesele’de her hafta bu soruların bir kısmına yanıtlar arıyoruz. Yeni bölümde Aile Vaizesi Merve Safa Erbaş Likoğlu ile “mahremiyet” başlığı altında özel hayatların nasıl ve neden ihlal edildiğini konuştuk.
Kendisini uzun zamandır sosyal medyadan takip ediyorum ve paylaşımlarını dikkatle okuyorum. Arada sırada fikir teatisinde de bulunuyoruz. Merve Hoca, bilindik vaizeliğin dışında toplum analizleri de yapıyor. Teşhisleri ve tespitleri zaman zaman tartışmalar da çıkarıyor. Sohbetimizde yine faydalı yorumlarda bulundu. Eleştirilerini cesaretle dile getirdi. Meselelere bakışlara, yeni pencereler açtı.
Sohbetimize geçmeden mühim bir ilan… Önümüzdeki hafta Ramazan Bayramının ilk günü olacak. Bir Başka Mesele’ye bir bölümlük ara vereceğiz. Sonraki hafta ise yine çağımızın bir büyük meselesine odaklanacağız. Tolga Yıldız ile “dikkat eksikliğini” konuşuyor olacağız. Sadece çocukların, yetişkinlerin de tutulduğu bu sosyal bulaşıcılığın sebep ve sonuçları eminim ki hayli dikkat çekecek.
Şimdi sözü uzatmadan Merve Sefa Hocaya bırakıyorum. Bu arada bu söyleşinin sohbet kaydını Yeni Şafak’ın YouTube kanalından izleyebilirsiniz. Ramazan Bayramımız şimdiden mübarek olsun…
MAHREM BİR VERİMİZ KALDI MI?
Çok flu bir zaman ve zeminde yaşıyoruz. Her şeyin başında ben hep şunu söylüyorum: Müslümanları dövmememiz gerekiyor. Müslümanlara sürekli negatif yanlarını aktarmamız gerekiyor. Şunu söylememiz gerekiyor: “Biz Müslümanlar şu, şu, şu, şu şeylere dikkat ediyoruz. Fakat önümüzdeki yüzyıl kurulurken, -bugün önümüzdeki yüzyılı kuruyoruz- bazı şeyler değişti. Hatta şunu bile söyleyebiliriz, veri ile alakalı; acaba mahrem bir veri kaldı mı? Yani benim hangi siteye girdiğim, hangi siteden çıktığım, nereden neyi almak istediğim, neyi konuştuğumla alakalı zaten büyük problemler var. Şimdi bunları masaya yatıracak olursak biz Müslümanlar dünyanın en iyi topluluğuyuz. Mahremiyetini koruma açısından. Buna eyvallah. Fakat bizim şöyle bir meselemiz var. Geriye dönük okuruz biz her şeyi. Yani “ilk nesil” dediğimiz, “Muhammed Mustafa (SAV)’in arkadaşları ve ondan sonraki nesil, ondan sonraki nesil… Nasıl algıladılar durumu? Yani kavramlara nasıl baktılar? “Haya” kavramına nasıl baktılar? “Edep” kavramına, “mahremiyet” kavramına nasıl baktılar dediğimizde orada çok büyük bir ye’se kapılıyoruz. Çünkü bizim onlarla kendimizi kıyasladığımızda durumumuz vahim. Şimdi o yüzden ben, siz konuyu getirdiğinizde defalarca; “öyle mi olsa, o mu konuşsa, bu mu konuşsa” diye aklımdan geçirirken hep korktuğum şey şuydu: İnsanlara ulaşılamaz bir resim çizip bu konuyu hayatın tamamen dışına itmekten uzak durmak. Yani bir şeyi konuşurken önce düşündüğümüz şey şudur bizim: -Allah razı olsun Fıkıh Usulü hocalarımız bize öğretti- “Neyi anlatmadığını anlat onlara.” Şunu söylemiyoruz; biz şimdi bugün Resulullah (SAV), onu görenler yani onun arkadaşları, onları görenler ve onları görenler gibi bir çağda yaşamıyoruz…
SADECE BEDENİ DEĞİL BİLGİ MAHREMİYETİNİ DE KONUŞMALIYIZ
Muhakkak öykünmeliyiz. Fakat şartları masaya yatırmalıyız. Yani hedefimizi 20'ye bölmeliyiz. Şimdi mahremiyet diye bir hedefim var bu dünyada. 20'ye bölmeliyim. Her 20 adımı 20 cümle ile açıklamalıyım ben. Çünkü bunu yapmazsam “televizyonu evimize sokmayacağız” deyip televizyonun bütün ağlarına düşen, “interneti elimize sokmayacağız” deyip, internetin bütün ağlarına düşen halimiz devam eder. O yüzden buna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Sadece beden mahremiyeti değil, bilgi mahremiyetini konuşmamız gerekiyor. Yani aile için meselelerimiz var bizim. Bunları diğer insanlarla konuşabilir miyiz? Bir diğer mesele, bilgilerimiz var bizim, bizde bilgiler var. Mesela siz bana “falanca nasıldır” dediniz. Şimdi bu bir bilgi, talep ettiniz benden. Benim ilk söylemem, sormam gereken şey size şu olmalı: “Ne yapacaksın bu bilgiyi?” Çok hızlı bir şekilde birbirimize bilgileri veriyoruz. Biz bunu şimdi neden konuşuyoruz? Konuşmanın mahremiyeti. Biz bu bilgileri neden okuyoruz?

EFENDİMİZ O KADAR KIZIYOR Kİ…
İslam bunu koymuş, korumuş. İşte bunları konuşarak harekete geçmeliyiz. Ben size çok çarpıcı bir örnek anlatayım. Bakın, Peygamber Efendimiz’in (SAV) çevresindekilere ne kadar yumuşak davrandığını ne kadar munisçe yaklaştığını, dostça yaklaştığını biliyoruz. Fakat bir gün Efendimiz evinde, belki ailesinden birileri de evinde bilmiyoruz. Bir kaya oyuğu gibi var düşünün pencere yerinde. Onun üzerine sadece bir deri perde asılıyor. Bir adam Efendimiz’in evde olup olmadığını kontrol etmek için perdeyi aralıyor. Pencereden içeri. Efendimiz o kadar kızıyor ki biliyorsunuz Efendimizin kızdığı anlar çok kısıtlı. Hepsi kayıtlı. “Şurada kızdı” dediği zaman biz onu çok dikkatle inceliyoruz. Burada çok ciddi bir mesele var. Efendimiz kızdığına göre.
PERDEYİ AÇIP KENDİMİZİ YAYINLIYORUZ
Büyük bir şey var ki Efendimiz kızdı. Çünkü işte “çocuk şunu kırdı.” “Kırılacağı varmış” diyor. O döküldü, “olabilir” diyor. Demek ki burada büyük bir mesele var. İşte orada Efendimiz çok ciddi kızıyor ve çok ciddi bir şekilde ta’n ediyor oradaki insana. “Seni ne yaparım” diyor. Nasıl bunu yaparsın? Orada mesele sadece Efendimizin mahremi de değil. Herhangi şahsın evine bakmak yani. Ama şöyle bir problem var Ersin Bey. Biz perdeyi açıyoruz. Kamerayı evin en mahram yerine koyuyoruz ve kendimiz çekip yayınlıyoruz. Şimdi burada bu insanlara sadece bu hadisi aktardığımız zaman yine oturmuyor. Orada belki şuna dikkat çekmek gerekiyor: Mahremiyetin insanın ne kadar koruyucu bir şey olduğunu anlatmamız gerekiyor. Kafa konforu. Ben genç kızlarla buluşuyorum, üniversitelere gidiyorum. Orada söylediğim şeylerden bir tanesi şu: “Arkadaşlar biz bir Müslüman topluluk olarak çok güzel yaşıyoruz. Keyfimiz yerinde. En arka sokaklardaki en iyi kuru fasulyecileri biz biliyoruz. Bir yere gittiğimizde, bir şehre gittiğimizde bizim tanıdıklarımız çıkıyor. O dernekten, bu vakıftan, oradan buradan. Konforlu bir hayata davet ediyoruz” sizi. Zevceniz, (Nuriye Çakmak Çelik) Alev Alatlı ile röportaj yaparken, şöyle bir cümlesi vardı Alev Hocanın: “Asla kimseye bırakmam bu konforu. İslamla ilgili bu konforu kimseye bırakmam.” Bu çok, çok iyi bir cümle değil mi? Yani bizim şunu hissettirmemiz gerekiyor çevremizdeki insanlara: “Şimdi size bir bagaj daha yükleyeceğiz Müslüman olduğunuz için. Şimdi bir ağır yükün altına daha sokuyoruz sizi” dilinden uzaklaşıp. “Ya İslam çok güzel bir şey ve bu mahremiyet sayesinde senin aileni koruyor, senin akrabalarını koruyor, her şeyi koruyor.
Kafa sağlığı veriyor sana. Benim hep söylediğim şey odur. Arkadaşlarım benimle bu konuda istihza ederler. “Merve'ye sormayın” derler. Çünkü şöyledir. Birini sorarlar bana. Diyorum ki “Düğününüz mü var? Hayırdır? Niye soruyorsun? Oğlunu, kızını mı evlendireceksin? İş mi kuracaksın?” Mesela öyle olabilir. Benim ismini söylemeyeyim şimdi. Övülmekten hoşlanmayan bir arkadaşım var. Allah razı olsun ondan. Bir gün bir iş yapacağız. Gerçekten bir iş yapacağız.

ANINDA KAYABİLİYORUZ
Evet. Bir iş yapacağız ve dedim ki “Falancayı nasıl bilirsin iş kuracağı?” “Ne yapacaksın” dedi. Ondan sonra dedim ki; “ya böyle böyle bir mesele var hani onun için bana X sordu ben de sana soruyorum.” Dedi ki; “sen onu başka birine sor.” Yani o kadar güzel bir mesaj. Sıfır dedikodu, sıfır günah ve o işle alakalı bir şerh olduğunu bana hissettirdi. Çünkü Ersin Bey biz duyguları olan insanlarız. Biz her dakika böyle “amigdalamızı” (kişinin korku, kaygı, öfke ve endişe gibi duygu alanlarını yöneten beyindeki bir bölge.) kontrol edebilen, “frontal labı” (bilinçli düşünmeden sorumlu olan beyin bölgesi) böyle hareket eden insanlar değiliz. Biz anında kayabiliyoruz. Dolayısıyla burada o mahremiyeti korumak için cümlelerimizin hazır olması gerekiyor.
MAHREMİYETİ İHLAL EDEREK YÜKSELMEYECEKSİN
Sayıya takılmamayı öğrenmek zorundayız. 2009 yılından beri sosyal medyadayım. Zuckerberg Türkiye'ye girdi, ben oradaydım. Twitter Türkiye'ye erişime açıldı, ben oradaydım. Bu tecrübeyle birlikte söylüyorum. Herkesin pik yaptığı bir nokta ve düşüşe geçtiği bir nokta vardır. Herkes en nihayet kitlesine ulaşır. Burada şunu demem gerekiyor: “Kitlemi es geçerek... Benden mahremiyetimi, saçma cümleler kurmamı bekleyen o kitleye yürüyecek miyim, yürümeyecek miyim?” Her şey orada bitiyor. Şimdi sürekli bir şekilde içerik üretici arkadaşlar arasında şu konuşulur. “Sayfam yükselmiyor, ne yapabilirim?” Yükseltmeyeceksin. Sayfanı saçmalamayı göze alarak yükseltmeyeceksin. Sürekli bu konuşuluyor: “Bin kişiye konuşuyoruz.” Bin kişiyi hayatında ne zaman görüp topladığında konuştun? Mümkün değil. Bin kişiye konuşmak. Ama burada Ersin Bey, arkadaşlar anlıyorum. Ben hep iletişimin içinde olmak istedim. Yani Ayşe Böhürler'i ilk gördüğüm günden itibaren ben iletişimin içinde olmak istiyordum. O günden beri ben kameranın önünde olmak istiyordum. Bununla beraber söylüyorum: Ben pik noktama ulaştım. Bitti benim için. Ben kitlemi buldum. Ben okur kitlemi buldum. Ben seven kitlemi buldum. Sevilmeme cesaretini edinmem. Bazı insanların beni sevmeyeceğini, beni eleştireceğini kabullenmem ve kitleme içerik üretmem gerekiyor.

HERKES BENİ SEVMEZ BEN DE HERKESİ MUTLU EDEMEM
Bu şahsi tekamülle birlikte gelen bir şey. Yani herkes beni sevemez. Bu kadar basit. Ben herkesi mutlu edemem. Türkiye'deki X, Y, Z siyasi kültürel görüşteki insanları değil. Ben Müslümanların hepsini de sevindiremem. Hikmetin her yanına ben taalluk edemem. Ben bir şey söyleyeceğim. Siz bir şey söyleyeceksiniz. Ayşe, Fatma, Hatice, Ali, Veli, Ahmet, Mehmet. Herkes bir yanına söyleyecek ve hikmete, hakikate hep birlikte varacağız. Tıpkı Ashab-ı Kiram gibi. Orada arkadaşlarımın aceleciliğini görüyorum ve bana “büyümüyor sayfan '' falan deyince ''çünkü büyümek istemiyorum.'' diyorum. Yani bütün çevrilecek oyunları biliyorum. Siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum, hepimiz biliyoruz. Alacak makinelerin parasını biliyoruz. Konuşulacak içeriklerin... Yani ben biliyorum. Hangisi en çok? Yani eşimle ilgili nokta kadar bir şey yazdığım zaman üç katına, beş katına, on katına, yüz katına çıkıyor. Ben bunu bilmiyor muyum? Ama orada bir fayda veya bir çıkarım görmüyorsam ben bu bilgiyi niye paylaşayım?
KİTLENİZ KİRLİ OLABİLİR
Fotoğrafın hiçbir faydası yoktur. Hiç yoktur.
Çektiğiniz kitle kirli bir kitledir. Yani sizi merak eden, şahsınızı merak eden bir kirli kitledir. Bununla beraber insani zaaflar vardır. Yani şöyle bir şey demiyorum: “benim bir kitlem var, bunlar günahsız insanlar, bunlar da böyle” değil. İnsanlar merak ederler, eyvallah. Fakat biz eşimle bir gün oturduk sahile, 45 dakika böyle uzun bir konuşma yaptık ve oradan bir metin çıkardık. Ben yazdım, oturdum o metni. Sonra onun üzerine mesela üniversitelere gidip konuşuyoruz. Bu bir faydadır. Afişinde fotoğraf paylaşabiliriz. Onun dışında bir manası yoktur.
Kocaman bir fark var. Yüzde yüz farkı var.
Çok daha ağır bir şey söyleyeyim mi? Arkadaşlarımız çok güzel o düşüncelerini magazine alet ediyorlar. Ve o geride kalıyor. Yani şöyle oluyor. O arkadaş çok kıymetli bir arkadaş. Oturduğumuzda çok güzel fikirleri üretiyor. Ama onun o fikirleri o magazinel gündeminin gerisinde kalıyor. Yani yazık oluyor. Onu anlatmaya çalışıyorum. Ama herkesin şahsi tercihiyle karışamayız.
EVİ VE EŞYAYI MERAK İNSANİ ZAAF
Orada soruyoruz kendimize: “Acaba bu mu olmalı?” Ben konuşuyorum hanımefendilerle, içerik üretici hanımefendilerle konuşuyorum veya tüketici hanımefendilerle konuşuyorum. Cazip eden şeyi bulmaya çalışıyorum, yani cezbeden şeyi. Cazip gelen şeyi bulmaya çalışıyorum. Evet bu. Yani biz birbirimize gittiğimizde de ben hanım ortamlarında çok bulunuyorum ve çok ilginç. Yani o kadar farklı sosyo-kültürel çevrelerde hanımlarla oturup kalkıyorum ki mesleğim bu. Allah'ıma şükürler olsun, babama da teşekkürler olsun. Beni zorla bu yola ittirdiği için. Burada bu şeyi hissediyorum, çok farklı sosyo-kültürel ortamlarda olsa dahi, o özeli merak, evi merak, eşyayı merakın bir insani zaaf olarak orada durduğunu görüyorum. Şimdi bunu yok sayamayız. “Biz put gibi olacağız, herhangi bir kusurumuzu göstermeyeceğiz” demiyorum. Ben Merve olarak orada olmayayım. Eyvallah buna tamamız. Ama orada ölçüleri tekrar tekrar tekrar konuşmamız gerekiyor. Ve inanın makul anlattığınız zaman insana kabul ediyorlar. Ama söyledikleri şey şu oluyor: “Girdik bir kere bu yola.”

HOLDİNGLERİMİZİN BU İŞE GİRMESİ GEREK
Ben çok mütesahil (Râvîleri cerh ve ta'dîl ederken titizlik göstermeyen, gevşek davranan kişi) bir insanım. Ben yeterince makul anlattığım zaman insanların o yoldan döneceğini düşünüyorum. Yani benim Müslümanlarla ilgili ümidim çok yüksek. Hatta konuşuruz, arkadaşlar derler ki; “Sen hadis ravisi olsaydın bazı hadislerin sayılmazdı. Çünkü çok yüksek bir umut taşıyorsun.” Ben yüksek umut taşıyorum Müslümanlarla ilgili ve orta çizgiye gelebileceğimizi, bazılarının eleneceğini düşünüyorum. Makul insanları ön plana çıkartmamız gerektiğini düşünüyorum. Fakat bu içerik üreticilerine kalmıyor. Holdinglerimizin, efendim zenginlerimizin, bu işe girmesini gerektiriyor.
MAKUL İNSANLARI ÖN PLANA ÇIKARMALIYIZ
Şunu yapmaları gerekiyor. Makul insanların ön planı çıkarmaları gerekiyor. Makul, magazinel gündemi insanların önüne sürmeyen… Onlara reklam mı veriliyor, onlara ne veriliyor, organik mi ilerletiliyor, imkan mı sağlanıyor, onun önün açılması gerekiyor. Mesela ‘Geleceğin İletişimcileri’ yarışması. Holdinglerin de yarışmalar düzenlemesi gerekiyor. Üniversitedeyken kulüpler aracılığıyla içerik üretmeye çalışan gençlerin oradaki zeka parıltılarını çekmemiz gerekiyor sahaya.
Ne diyor şair? “Viran olası hanede evlad-ü ıyal var.” Yani o insanlar geçimlerini sağlamalılar. İstanbul'da yaşamak zorundalar bu gençler. İstanbul'daki kiralar hepimizin malumu. Bunlar çift maaş çalışmıyorlarsa nasıl geçinecek bu çocuklar? Burada olmalılar. Serbest üretiyormuş gibi görünmeliler. Fakat bu çocukları desteklemeliyiz. Yani elimizden geldiğince bu çocukları serbest üretime teşvik etmeliyiz. İpin ucunu kaçırıp da ev vlogu çekmeye başlarlarsa da keserler fonlarını.
İNSANDA YAPAY ZEKA SAMİMİYETSİZLİĞİ ANLAŞILIR
Orada yapay zeka samimiyetine benzer bir şey. Ben yapay zeka ile çok uzun zamandır konuşuyorum. Artık benim gibi konuşmaya başladı. Benim cümlelerime cevap vermeye başladı. Fakat her zaman zihnimin arka planında şu oluyor. Diyorum ki; “GPT, senden hala şüphelenmeye devam ediyorum. Verileri nereye sattığını merak ediyorum. Benim bu konuştuklarımda ne yaptığını merak ediyorum.” O da “seni anlıyorum Merve Safa” diye terapistim gibi konuşuyor benimle. Yani orada GBT'ymişçesine bir samimiyet değil. “Seni anlıyorum, senin hissiyatını anlıyorum, duygularını anlıyorum.” Böyle motamot cümlelerle değil. İnsanlar samimi olduğunuzu anlarlar. Bunu anlaştırmaya çalışmamanız kâfi. Samimi olmak için ne yapmam gerekir? Samimi olduğunuzu anlaştırmaya çalışmamanız gerekir. Gerçekten samimi olmanız gerekir. Her şeyi bıraktığım zaman ve her şeyden yorulduğum zaman kendime söylediğim şey bu benim. “Ol.” Başka yapabileceğin hiçbir şey yok.
GELİŞİRKEN AŞIRI ZAYIF HALE GELMEYELİM
Kesinlikle. Şu cümleyi insanların zihnine yerleştirmemiz gerekiyor: Ben tek başımayken, elimde bir telefon varken, önümde bir ekran varken nasıl yargılanacaksam camideki tavırlarım da o şekilde yargılanacak. Bunun ikisinin arasında bir fark yok. Bunu isterseniz tam tersi kurayım daha iyi anlaşılsın. Camiye girip çıktığımda Allah beni görüyor. Ben internetin başındayken de Allah beni görüyor. Orada söylediğim her kelimeden, her cümleden sorumluyum. Benim çok tazyikat altında olduğum dönemlerde kendi kendime telkin ettiğim bir cümle vardır: “Bir müstear ismin. Kim olduğu belli olmayan bir resmin, gerçek olmayan bir şahsın söylediği cümleleri dikkate alamayız.” Bu sefer kendimize çok yükleniriz. Şöyle gibi düşünün, gaipten bir ses geliyor ve size bir şeyler söylüyor. Ama ben seni nasıl dikkate alabilirim ki senin kaynağını bilmiyorum. Diyelim ki bunun bir cin olduğunu düşünelim, ona ne deriz? “Esteuzubillah. Senin kim olduğunu, senin iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorum. Defol git başımdan” deriz. Bir vesvese gelse içimizden... Ben buna benzetiyorum biraz bunu. Yani bu çok mühim. Biz oradayken yaptığımız her şeyden sorumluyuz. Bir de biz bunu şimdi hep, kendini geliştirmek isteyen insanlara doğru konuşuyoruz. Tam tersten de konuşalım. Yani kendini geliştirmek isterken aşırı zayıf hale de getirmeyelim kendimizi. Bu tür insanlara karşı da dik durmalıyız. Bir dakika, sen kim olarak konuşuyorsun? Bir şahıs, bir TC kimlik numarasının arkasından benimle konuşma cesaretin var mı? Var! Tamam, o zaman konuşalım. Fikirlerimizi devam ettirelim. Ama bir küfürle, bir kalıpla, bir tabirle bana yaklaşıyorsan, ortada fikir yok, seninle konuşamam. Orada da hem karşı tarafa sınırlarımızı çok güzel çizelim, hem de Allah'ın bizi her an gördüğünün farkında olalım.
SEVİLMEME CESARETİNİ KAZANMAMIZ GEREKİYOR
Baştan aşağıya. Fake hesap senin yönetemeyeceğin kadar büyük bir alanla baş başa bırakıyor. Niye Allah-u Teala bize bu kadar çizgiler koydu? Niye bizi toplumun içinde tuttu? Niye bir dağın başında yaşamamızı bizden istemedi? İşte bu sebeple. Yani sen gizli bir kimliğin arkasına konuşamazsın. Diyebilirsiniz ki ben bir şirketin ağzıyla konuşuyorum ve şirket beni koruyor. Misal bir medya organı. Bu ayrı bir şeydir. Orada yine medya organı seni bulur ve der ki “sen bu cümleyi söyledin. Hadi şimdi hesabını ver.” Senin kim olduğun belli o noktada. Ama şahıs şahsa dediğimiz şeylerden bahsediyoruz. Bir şahıs bir şahsa konuşurken kesinlikle ve kesinlikle arkadan olmamalı. Mesela şöyle şeylere kızıyorlar hanımefendiler: “İşte yorum yazdı ve beni beğenmiyor.” Güzel bir şey bu. Fikrini açık bir şekilde bize belirttiğin için sana teşekkür ederiz dememiz gerekiyor. Adler’in cümlesine geri dönelim: “Sevilmeme cesaretini kazanmamız gerekiyor.” Bizi herkes sevmek zorunda değil. Fikirlerimizi herkes beğenmek zorunda değil. Ama bana hakaret edemezsin.
Ama şeyi var, mesela ona ne dersiniz? Sorun olan yeri kaşıyıp daha çok benim önüme taşıyor.
Bu kadar savaşmış bir toplum yüz yıllarca, evet bunu kaldıramayabiliriz.
GENÇLER 25 YAŞINA KADAR GİZLİ HESAP KALSINLAR
Gerekirse bir uzmana gidilecek, bir uzman eşliğinde, anne baba şiddetsiz iletişim yöntemlerini bilmiyorsa, çeşitli anlatım tekniklerini bilmiyorsa, gerekirse bir uzmana gidilecek ve çocuğa şu anlatılacak: “Senin kişiliğini bitiriyor burası.” Bununla beraber benim bir tavsiyem var gençlere. Lütfen 25 yaşına kadar anonim (kapalı hesap) kalın. Bakın bu çok ilginç, tezat gibi gözükecek. Çünkü çok utanacaksınız söylediklerinizden. Yani şöyle olabilir. Kimseye dokunmayan hesaplar üzerine sadece birkaç arkadaşınızın bildiği saçmalama özgürlüğünüzü kullanabilirsiniz. Ama hakaret olmayacak.
Bunu yapmak zorundayız. Nefes alamıyorlar. Çocuklarla, gençlerle konuşuyorum, nefes alamıyorlar. Ya da ortalığa dökülüyorlar. Ve ortalığa döküldüklerinde geçmişle alakalı videoları silemiyorlar. Saçma sapan fikirler söylemişler. Çok küçük yaşta. Anonim demeyelim o zaman, gizli. Kendi arasında, küçük bir topluluğa gerekirse. “Kapalı hesap” diyelim anonim yanlış bir şey oldu. Daha kapalı daha saçmalama özgürlüğünün olduğu, işte arkadaşlarla WhatsApp grupları vesaire… İnsanların eleştirme özgürlüğü vardır. Çocukların saçmalama özgürlüğü vardır. Ne bileyim dünyanın en iyi projesini bile ergen çocuk eleştirir. Hatta şimdi biliyorsunuz 25 yaşa kadar uzatıyorlar ergenliği bazı uzmanlar. O zamana kadar böyle biraz daha gizli kalmak, daha fikirlerini hemen ortaya dökmemek daha iyidir. Onu da belirtelim yani. Burada anonimliğe teşvik etmeyelim ama... Geçmiş çağlarda çok daha erken olgunlaşma sağlanırken beyinde şimdi 25 yaşa kadar uzuyor. Bunu da biz yapıyoruz yani. İşte şehir hayatı, lisesi, üniversitesi, askerliği, iş edinmesi derken çocuk sorumluluğu kalmayı çok daha öte itiyor ve beyin de buna evrimsel olarak uyum sağlıyor.
TOPLUMU MUTLU EDEMİYORUZ
Bu bir sorun. Burada bir toplumsal baskı var. “Evlen baskısı” var. “Niye erken evlendin baskısı” var Toplumu hiçbir şekilde mutlu edemiyoruz. Yani toplum evlenip evlenmeyeceğini gencin merak ediyor. Sonra da diyor ki; “neden bu kadar genç evlendin?” Biz 22 yaşındaydık ben evlendiğimde. “Hayırdır” dedi insanlar, yani niye bu kadar aceleyiz? Beş yıldır tanışıyorduk yani niye evlenmiyoruz artık biz. Tamam hani evet demişsin artık. Niye evlenmeyelim ama toplum çok ilginç. Hadi evlen ya da niye erken evlendin? Ve bu “erken” de sürekli değişiyor. Yani o da kişiden kişiye değişebilir.
Artık evet 30 yaş çok makul yani 30 yaşında evlenen bir insana “geç evlendi demiyoruz” artık. Makul sayıyoruz artık. Bence bir problem de değil yani hiçbir şey yaşı erken veya geç saymayalım. Bizim çok ilginç bir veri vereyim size. Bizim toplumumuzun evlilikle alakalı bir problemi yok. Bizim toplumumuzun ikinci kez tekrar evlenmeyle alakalı problemleri de gidiyor artık. Yani onu da aşıyoruz, onu da çözüyoruz.
EVLİLİĞİ BAŞARI ÖYKÜSÜ GÖRMEK PROBLEM
Problem; evliliği Katolik’çe yaklaşmak. Yani evliliği bir başarı öyküsü olarak görmek. Yani şimdi ben bu işe girdim ve bu işi kesinlikle başarıyla tamamlamalıyım. Ya bir şirketle bile anlaşamayabiliyorsunuz, bir devlet kurumuyla bile anlaşamayabiliyorsunuz. Ki çok işte kurumsal veriler var elinizde vesaire. Karşınızda kimi yetiştirdiğini bilmediğiniz biri var. Yani ben aile vaiziyim bu arada. Uzmanlığım aile vaizliği. O kadar çok hikaye dinledim ki yüzlerce, belki bine yakın hikaye dinledim. Oturdular ve önümde yarım saat, bir saat hikayelerini anlattılar kadınlar bana. Ben şunu görüyorum, bu bir başvuru öyküsü değil yani. Olmayabilir, yürümeyebilir. Ama burada yapmamız gereken şey şu; evlilik de problemi yok toplumun. bunu geri getirmemek. Bir hocamızın bir lafı vardı; “boşandın ölmedin.” diyordu. Orada da toplum dediğimiz ve ne olduğunu kim olduğunu hiçbirimizin bilmediği o şeyin baskısı. Yani şöyle gibi düşünün. Bir kişi mesela üç kişi, beş kişi, on kişi var çevrenizde ve bunlar siz bir evlilik yaşıyorsunuz ve bir şekilde ayrılıyorsunuz ve size onlardan hiçbiri “niye şöyle niye böyle” demiyor. Ama biri çıkıp “bence şöyle yapsaydın olurdu” diyor. Kafaya bunu takıyoruz Ersin Bey. Onu kafaya takıyoruz gözümüzde büyütüyoruz. Bakın yine Adler’e, yine “sevilmeme cesaretine” geliyoruz. Birileri bizim fikirlerimizi birileri bizim hayat öykümüzde karşımıza çıkan şeyleri beğenmeyebilir. Yani ben burada boşanmaya övmüyorum, 18 yıldır aynı kişiyle evliyim. Mesele o değil. Mesele onu yürütme çabasını kutsamamak. Toplum dediğimiz şey; acaba bu toplumun fikri mi? Yoksa toplumun içindeki bazı yüksek sesle konuşan ve gereksiz özgüvenle konuşan insanların dediklerini ben acaba fazlaca mı kafaya takıyorum? Ona bakarsan şöyle de diyenler var. Evliliğini sürdüren insanlara da şöyle diyorlar insanlar; “Yani nasıl sabrediyorsun şuna…”
EVLİLİKTE NEGATİF SESLERİ KESMELİYİZ
En çok danışanımız bayram sonrası. Bayramda büyük aile buluşur. Mesela kız tarafına gidilir, erkek tarafına gidilir. Ve şöyle denilir. Mesela kadın için eşi, kocası, beyefendi için de hanımı. İçinde derler ki buna nasıl katlanıyorsun? Yani buna nasıl yaşıyorsun? Ondan sonra kadın şöyle bir sorgulamaya giriyor. Çok kötü bir evlilik mi yaşıyorum acaba? Halbuki kadının bir problemi yoktu. Halbuki adamın bir problemi yoktu. Ona dışarıdan bir gözle bakıldı. Çünkü biz şunu kaçırıyoruz Ersin Bey. Biz bir evin içinde, diğer insanların yanındaki gibi değiliz. Şakalaşıyoruz, birbirimize yere girince bağırıyoruz, kızıyoruz, gülüyoruz. Çok saçma sapan şeylere gülüyoruz. Evin içinde bir dinamik var yani. O evin içinde gülünen espriler var. O evin içinde ''A'' dediği zaman anlaşılan cümleler var. Ama insanlar bunu bilmiyorlar yani. O yüzden dışarıdan bakıldığında çok sert, çok keskin gözüken şeyler evin içindeyken çok makul. Ne olacak o zaman? O zaman evimizin içine bakacağız. Tıpkı boşanma kararımızda aşırı negatif sesleri hayatımızın ortasına koymadığımız gibi evliliğimizde de aşırı negatif sesleri hayatımızın ortasına koymayacağız. Orada bakmamız gereken şey evlilik, boşanma bunlar değil. Orada bakmamız gereken şey şu diğer insanların küçücük fikirlerini ben neden bu kadar önemsiyorum?
BAYRAM SONRALARI ÇOK KRİZLER OLUR
Ya da hemen kendi hikayemizden kopmak. Mesela biz vaazlarda sık sık tekrar ettiğimiz şey şudur: “Hanımlar şu anda koptunuz. Kendi hikayenizden.” Mesela ne konuşuyoruz o hafta? Haya konuşuyoruz diyelim. “Şu an kendinizden koptunuz. Muhtemelen etrafınızdaki birinin hikayesine doğru yoğunlaştınız. Geri dönün. Kendi hikayene dön.” Diyelim ki doğru sözlülük konuşuyoruz. “Doğru sözlülük nerede duruyor” gibi… Benim eltim, Allah razı olsun ondan. Aile hekimidir. Onun da söylediği bir laf vardır bana: “Bayramda çok gelirler. Çok sinir krizleri olur” demişti. Çok şaşırmıştım. Niçin? “Mervecim işte görüşüyorlar birbirleriyle. Sinir krizleri vesaire.” Aylardır görüşmeyen ve birbirini içinde biriktiren insanlar. Bir de bir tespitimi söyleyeyim. Akrabalarla alakalı çok kötü içerikler görüyorum. Şöyle bir tablo çizelim, farklı şemalar olsun önümüzde: “Bir ailenin içinde bazıları kötü bazıları iyi ve bu kötüler bu iyilere şunu yapıyor”, kafasından çıkmamız gerekiyor. Şunu düşünmemiz gerekiyor, o Chopin Harun meşhur kirpi örneği vardır ya, “birbirimize yeterince uzaklıkta olmamız gerekiyor.” Öyle uzaklıkta olmamız gerek ki, asla birbirimizi terk edemeyiz. Birbirimizi bırakamayız. Bir sosyal varlığız. Ailesiyle gönenen, yücelen bir topluluğuz biz. Müslüman olarak buna en kıymet veren topluluk biziz. Ama sadece birazcık kendimizi birbirimize batırıyoruz. Burada şunu hissetmemiz gerekiyor. Bir kirpi diğerine batırmıyor. Hepimiz birbirimize batırıyoruz. Yani bazı kötü insanlar, mesela bazı kötü işte... Hangisini söylesem şimdi? O kadar çok akrabam var ki.
İNSANLARIN SINIRLARINI KORUMASI LAZIM
Daha da fenasını söyledim mi? Dayımla ben anlaşamıyorum diye, dayım, kız kardeşimle anlaşamıyor olamaz. Onunla anlaşabilir. Yahut bakın bu en çok dinlediğim vakayı söyleyeyim size: “Hocam annemle teyzem görüşmüyorlar. Ben ne yapacağım? Babamla amcam görüşmüyorlar, babamla halam. İşte x ve x görüşmeler. Şimdi ben ne yapacağım?” Bakın mümkün. İnsanların sınırlarını koruması mümkün. Ben annemden yana ve babamdan yana ikinci şehirli nesilim. Yani belki üç bile sayabiliriz bir yönden baktığımız zaman. Şimdi benim bazı ilişkileri yönetmem çok daha rahat. Neden? Şehir hayatında dünyaya geldim. Fatih'te, Akşemseddin'de. Orada büyüdüm, belli şeyler gördüm. Kozmopolit bir ortam, orada bir Muhacir var, orada bir Laz var, orada bir Gürcü var. Bir sürü şey öğreniyorsunuz. Okulda öğretmeniniz bir sosyokültürel ortamdan geliyor. Farklı siyasi görüşe sahip insanlarla aynı devlet okullarında büyüyorsunuz. Bambaşka fikirler duyuyorsunuz. İnsanların birbirlerine kirpi misali, o sıcaklığını koruması mümkün. Şunu gösterebilirim: Ben şu olaylara rağmen geri çekiliyorum ve burada duruyorum. Yani seni tamamen terk etmiyorum. Sana dua etmeye devam ediyorum. Senin iyi olman için belki senin görmediğin yerlerde senin için iyi şeyler söylüyorum. Ama senden de kendimi koruyorum. Yani kirpi dikenlerini de bana batıramazsın.
AKRABA MESELESİNİ ÇÖZERSEK EVLİLİK PROBLEMİ DE ÇÖZÜLÜR
Burada bunu halledersek bu akrabalarımızla ilgili meseleyi, evlilik problemini de çözeceğiz. Çünkü neden? Herkes birbirine çok daha rahat kefil olmaya başlayacak. Yani onu bile çözeriz Allah'ın izniyle. Burada yetişkinlerin daha çok sorumlu kalması gerekiyor. Biz gençlere niye evlenmiyorsunuz diye soruyoruz. Ayet diyor ki; “gençlerinizi evlendirin.” Ne yapacağız şimdi? Orada belki onu da halledebiliriz. Yani ya bak şu delikanlıyı hiç mesela no context şöyle dememiz gerekiyor. “Arkadaşlar biliyor musunuz falan yerde çalışan bir delikanlı var ve ben çok beğeniyorum tavrını halini” dememiz gerekiyor. “Falan yerde bir kız var ve çok çok hoş bir kız” dememiz gerekiyor. Fakat çok derin korkular içerisindeyiz. Neden? Kötü hikaye anlatıcılığı. Bakın, aynı Twitter'daki ortam, akrabalar arasında da mevcut. Mesela siz dersiniz ki, “gençlere aracı olmamız gerekiyor.” Oradan bir ses çıkıp der ki, “ben bir kere birine aracı oldum. Hep arkamdan kötü konuştular…”
Yani bu senin hikayen, benim hiç öyle olmadı. Benim çok komik bir hikayem var. Eşimin bir arkadaşı, anlayacaklar kim olduklarını şimdi. Bana dedi ki, “Ya şu kızın numarasını da bulabilir misin bana? Ben ciddi düşünüyorum” falan. Tamam dedim. Biz evlenmeden onlar evlendiler. Biz eşimle nişanlıydık o zaman. Biz evlenmeden onlar evlendi değil mi? Düğünlerine gittik. Diyorum ki Allah'ım bunu da yaptık yani. Hani bu da oldu. Olabilir. Olabilir. Yapılabilir. Çok genç iki insan bile bunu yapabilir. Ama orada ölçülere dikkat etmemiz gerek.
ANNE-BABALAR ÇOCUKLARINA ARACILIK ETMİYORLAR
Evet. Yetişkinler sorumluluk almaktan kaçıyorlar. Yetişkinler kendilerine döndüler, bireysel yaşama döndüler ve bunu yapmıyorlar. Üniversite söyleşilerine gidiyorum. Üniversite söyleşilerinde genç kızlarımızdan en sıkıntılı olduklarını söyledikleri yer şu, duyduğum cümle şu: “Anne-babamız aracılık etmiyor. Oğlanlarla gidip orada burada oturmak kalkmak istemiyoruz. Sürekli ben insan tanımak istemiyorum. Sürekli bir insanla defalarca görüşüp, -ki bunu da yaptıktan sonra da söyleyen var- tanınmıyor delikanlılar.” Ve oraya en über kişilikleriyle gidiyorlar. Yani üst kimlikleriyle gidiyorlar. Kendilerine bir persona oluşturup gidiyorlar. E çocuk bunu da istemiyor. Bunu da yabancı buluyor. Bunu söyleyen çocuklar gerçekten kötü niyetli değiller. Çok net bir şekilde kendilerini ifade ediyorlar. “Anne-babamız yapmıyor, abi-ablalarımız yapmıyor. Sonra kafeye gidiyoruz, diyorsunuz ki ‘niye kafeye gidiyorsunuz?’ Ne yapacağız hocam” diyor.
ERKEKLERİN MAHREMİYET ANLAYIŞI DAHA ÇABUK KIRILIYOR
Benim Mihrimah ile alakalı çok tepki çeken sözümde de derdim oydu. Mihrimah’a, (Mihrimah Sultan Camii), merkezi camilere çocukların gitmesini istiyorum. Bu çocuklar nerede görecekler birbirlerini? Yani zaten çocuklarımız yani aynı kafada yetiştirilen çocuklar zaten ilk cümleyi söylerken elleri ayakları titriyor. Bir de üstüne bunu koyuyoruz. Yani şunu kastetmiyorum. Şöyle diyenler olacaktır şimdi. “Yo gençler gayet rahat konuşabiliyor.” Onlar zaten işlerini halledebiliyorlar. Onlardan bahsetmiyoruz. Biz daha üst bir mahremiyet anlayışıyla yetiştirdiğimiz, yetiştirilen çocuklardan bahsediyoruz. Bunlar sıkıntı yaşıyorlar. Ve sonuçta olanı söyleyeyim size tespit şu. Erkeklerinki daha çabuk kırılıyor.
Delikanlıların o mahremiyet algıları daha çabuk kırılıyor. Bir kız gelip onu kırıyor. Sonra boşta kim kalıyor? Aynı seviyede mahremiyet algısıyla yetiştirilmiş kız çocuğu, oğlan çocuğu. Oğlan gitti. Kim kaldı geriye? Şimdi nasıl evlendireceğiz biz bu kızları? Anlatabiliyor muyum? Bu benim çok büyük problemim yani. Ben bunun için gerçekten savaş veriyorum.
ANNE-BABALARDAN ÜMİDİ KESTİM
Ben anne babalardan ümidimi kestim. Mesleki abiler-ablalara bakıyorum. Bu konuda çalışanları destekleyebilirler. Böyle start-up'lar var. İşte bu konuyu geliştirmek isteyen, bunlar desteklenebilir.
ÇOCUKLAR HARAM İŞLİYORLAR
Çok şey yapılabilir. Bu meseleyi dert edinmiş insanların sizi bulmasını isteyebilirsiniz. Onlar sizi gelip bulurlar. Yani “Buna benim teknolojik bazı çözümlerim var. Buna benim bazı fikirlerim var. Bunu yaygınlaştırabilirim. Bununla ilgili içerik üretebilirim. Bununla ilgili bir şeyler yapabilirim” diyen insanlar gelip sizi bulurlar. Yeter ki siz, “Ben bu işe baş koydum. Bu gençlerin evlendirilmesi için ben uğraşıyorum” denilsin ve buna niyet edilsin. İnanın sadece para işi değil. Bakın bir artı sıfır eve çıkan, -üniversite okurken- bizim çevremizde talebeler var. Çocuk evlenmek istiyor. Üçüncü sınıfta, dördüncü sınıfta. Bir de altı yıl okuyanlar var, beş yıl okuyanlar var biliyorsunuz. Hazırlıklar, yok hekimlikler vesaire. Şimdi çocuk bize geliyor, diyor ki, “annemiz babamız ikna olmuyor.” Anne-baba ile oturuyor, diyorum ki “kaç para harcıyorsun ablacığım sen bu çocuğa yılda?” “Sen ne kadar harcıyorsun?” Diyorum ki “bak bu çocuklar haram işliyorlar.” Ve bize bunu anlatıyorlar açık açık. “Biz harama giriyoruz” diyorlar. Orada da yine aynı şey devreye giriyor.
Çevresindeki bir kişinin kınaması. Anne ya da babanın çevresindeki bir kişinin cümlelerini anne ya da babanın çok büyütmesi gözünde. Ona nasıl açıklarız? Yani x kişi, “Siz gerici misiniz? Bu çocuğu 25 yaşında niye evlendirdiniz?” diyecek korkusuyla anne baba evladına yanlış bir şey yapma telaşıyla yapabiliyor ya da çocuğuna çok bireysel bakmış olabilir. İkisinden biri.
YÜZ PUANLIK BİRİNİ ARAMIYORUZ
Çocukların önlerini açarsak inanın bulacaklar gibi geliyor bana yani. Allah'ın izniyle. Sadece böyle bir tık destek bekliyorlar. Mesela bir güvenilirlik. “Ersin abi şöyle bir şey var ama ne diyorsun?” Orada bizim de sorunlara değil, olumlu yanlarına odaklanmamız gerekiyor. Yani 100 puanlık birini aramıyoruz, 90 puanlık birini aramıyoruz. A-A almış birini aramıyoruz yani. C-B ile geçiyorsak C-B ile geçiyoruz.
Eyvallah tamam. Gizli ise olur.
Ben de olmam.
Bunu konuştuğunuz zaman daha çok geliyor. Benim bir ara bütün medya kuruluşlarındaki insanların CV'si vardı, DM kutumda. Yani diyorum ki evladım bunu bana yapmayın. Bu kadar büyük bir sorun.
KIRK YAŞINDAN BÜYÜKLER “GENÇLERİ NASIL EVLENDİRİRİZ” MESELESİNİ KONUŞMALI
Gerçekten hele bir böyle bir Reels’ten sonra çok ciddi bir akışı olmuştu ama şöyle olması gerekiyor. Benim sizi tanımam gerekiyor, sizin de o delikanlıya kefil olmanız gerekiyor. Oturduğumuz zaman işte; “arabamızı nasıl değiştireceğiz, nasıl bir ev alırız” diye konuşmaktan ziyade bizim camianın 40 artı yaşındaki insanlar olarak oturup bunu konuşmamız gerekiyor: “Bizde çok iyi bir genç kız var. Ya şöyle bir delikanlı var. Olur mu? Olmaz mı? Telefon numaralarını birbirlerine veririm. Çocuklar görüşsünler.” Çocuklara da iki çift lafım var. Lütfen fotoğraftan kimseye “hayır” demeyin. Yani fotoğraf ne? Profilinden kimseye “evet” demeyeceğiniz gibi fotoğrafından da kimseye “hayır” demeyin. Bir oturun. Bir gamze, bir gülüş… “Tırnak çeşidi” dedi bir tanesi ya. “Niye dedim kızım” falan. Dedi ki “hocam tırnakları güzeldi.” Tırnağı insanın nasıl güzel olur hiçbir fikrim yok. Ama orada o çocuk ona vuruldu yani böyle bir şey olabilir. Özel şans vermek gerekiyor. Bir kere oturuyor çocuk “vibe alamadım” diyor. Ya bir kere konuştuğun el alemin adamından niye vibe alacaksın? Nasıl bir vibe bu da hemen alıyoruz yani? Beklenen şey bu değil zaten: “Bir kez oturdum hiç tanımadığım bir karşı cinsimle ve hemen onunla evlenebileceğimi düşündüm.” Bu çok hızlı.
Evet, bu satılan bir fikir olarak güzel. Şöyle olabilir. Belli anlarımız var, ruhumuzun çok açık ve çok neşeli olduğu biri o ana denk gelebilir ve biz ondan bilebiliriz bir şeyleri. Yani olabilir. Ama bunu bir, iki, üç, beş, on, neyse artık bir yerde de tabii ki bitirerek ve böyle inceleyip sık dokunmayarak ben görüşmelerini tavsiye ederim. Ve kesinlikle ve kesinlikle fotoğraf değil, profil değil. Yani bunlar bir insan hakkında artık hiçbir şey söylemiyor. Bu bizim personamızı gösteriyor sadece. Nasıl kendimizi göstermek istediğimizi gösteriyor bizim sosyal medya.
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
İlk yorumu siz yapın.