Sonbaharın en göz alıcı renkleriyle devam ettiği bugünlerde, size bir nehir boyunca uzanan, iki baharda da çok güzel olan bölgeyi yazacağım. Almanya’nın güneybatısındaki Mosel Vadisi bölgesini... Vedat Milor Mosel Vadisi’ni şöyle tarif etmiş; “Eğer küçük çocuğunuz varsa zaman zaman siz de mutlaka onun diyarına giriyorsunuzdur. Pembe, pespembe bir dünya. Güzel prensesler, yakışıklı prensler, efsunlu şatolar, yemyeşil ve usul usul akan ve yılan gibi kıvrılan akarsuların hayat verdiği bir diyar. Pinokyo’nun köyü gibi. Yüzler gülüyor, çocuklar etrafa neşe saçıyor, kimse kimsenin kalbini kırmıyor, hoyratça davranmanın ne demek olduğu bilinmiyor. Almanya’nın batısında Lüksemburg sınırındaki Mosel Vadisi böyle bir diyar işte.” Mosel pembe olmasa da, şatolarının, kalelerinin içinde prensler, prensesler dolaşmasa da insanda bu tariftekine benzer hisler bıraktığı bir gerçek.
Mosel Vadisi’ne gitmeden önce burası hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçerisinde dört gece Paris konaklaması barındıran bir gezi planlıyordum. Gezinin tarihi yaklaştığında Paris’te bir terör olayı, ardından protestolar yaşandı. Paris’e daha önce gittiğim ve aslında sakin bir yer görmek istediğim için haritayı açtığımda Fransa ve Lüksemburg içerisinden geçip, Almanya’nın Koblenz şehrinde Ren Nehri’ne katılana kadar bir sürü kıvrımla, ve kıvrımlarında küçük bir sürü kasaba ile ilerleyen bir nehir dikkatimi çekti: Mosel Nehri. Google’da Mosel Nehri görsellerine bakıp aslında o uzun kıvrımlı bölgenin isminin “Mosel Vadisi” olduğunu ve o kasabaların tam istediğim gibi sakin, yeşil kasabalar olduğunu görünce burayı ziyaret etmek istediğime karar vermiştim.
Mosel Vadisi’nde kaldığım dört gece boyunca Bernkastel Kues’te bir ev kiraladım. Evin çam ağaçlarının gölgesinde kalan büyük ahşap terası ve odaları Mosel Nehri’ne ve kasabanın nehrin diğer yanında kalan tarafına bakıyordu. Konakladığım yerde her sabah, gün doğarken terasa çıktığımda izlediğim manzara, burnuma gelen ağaç kokuları, İngilizce’de “crisp” denen ufalasan çıtırdayacakmış gibi soğuk ama temiz ve taze hava ile sadece bu manzara ve bu teras için de kalkıp gelebilirmişim diye hissettim. Fakat tabii ki Mosel Vadisi o terastan da ve hatta o kasabalardan da fazlasını barındırıyor. Yeşilin, mavinin, huzurlu, küçük kasabaların yanı sıra Vedat Milor’a belki de o masal hissini veren şatolar, kaleler, uçsuz bucaksız üzüm bağları, kilometrelerce bisiklet yolları var Mosel Vadisi’nde.
Mosel Vadisi’nin en bilinen kasabası Cochem. Cochem’in en bilinen yapısı ise kasabanın yüz metre kadar yukarısındaki Reichsburg Kalesi. Kale, esasen 1000’li yıllarda inşa edilmiş, 1689 yılında Fransız askerleri tarafından yıkılmış. 1868 yılında Berlinli bir işadamı tarafından satın alınıp yazlık haline getirilmiş. 1978 yılından beri ise Cochem Belediyesi’nin himayesine geçmiş. Kaleye kasabanın merkezinde çok da yorucu olmayan bir yürüyüşle tırmanmak mümkün. Buradan manzara günün her saatinde harika. Benim önerim nehrin karşı yakasına geçilen Skagerrak Köprüsü’nden, kaleyi de kasabayı içine alan manzarayı da mutlaka görmeniz ve fotoğraflamanız olur. Burası internette “Cochem” yazdığınızda çıkan fotoğrafların çoğunun çekildiği nokta aynı zamanda. Manzarayı seyretmek için önerebileceğim bir diğer noktada Pinnerkreuz Seyir Terası. Terasa yürüyerek ya da “Sesselbahn” adı verilen teleferikle çıkabilirsiniz. Cochem, Moselle Vadisi boyunca sıralanan kasabaların bir prototipi gibi. Kolaylıkla yürüyerek gezilebilecek kasabanın “Altstadt” denilen eski ve çok şirin bir merkezi “Marktplatz” denen küçük bir meydanı var. Burada St. Martin Çeşmesi’ni, tarihi belediye binasını görebilir, parke taşlı sokaklarda çiçekli rengarenk yarı ahşap evlerin, kafelerin, dükkanların arasında dolaşabilirsiniz.
Moselle kıyısındaki en güzel kasabalardan biri olan Bernkastel Kues’te de Orta Çağ’dan kalma bir Marktplatz (Pazar meydanı), yüzlerce yıllık ahşap evlerin bulunduğu bir eski şehir bölgesi var. Bernkastel Kues’de aynı zamanda tarihi belediye binasını, Ejderha Avcısı olarak bilinen Aziz Michael heykelini, Rönesans ve Barok tarzı mimarisi ve sivri çatıları ile Spitzhauschen isimli yapıyı görebilirsiniz. Kasabanın yukarısındaki Burg Landshut’un tarihi kalıntılarının arasından ise panoramik bir Mosel manzarası izlemek mümkün.
Kökleri 12. yüzyıla uzanan Eltz ailesine ait ve içerisinde hala ailenin yaşadığı odaları barındıran Burg Eltz yani Eltz Şatosu ve çevresi tam anlamıyla masallardan fırlamış bir yer. Şato yüzyıllar boyunca savaşlarda zarar görmediği için sadece dış görüntüsü değil 800 yıllık mobilyalara varana kadar orijinal haliyle korunuyor. En büyüğü 35 metre yüksekliğinde 8 kulesi, çatıları, ahşap bölümleri ile şatonun muhteşem bir görüntüsü var fakat bence şatonun kendisi kadar büyüleyici olan şey bulunduğu yer. Ormanın ve yemyeşil bir vadinin derinlerinde, etrafında günümüze ait hiçbir yapı bulunmayan bu alanda zamanda yolculuk yapmış gibi hissediyorsunuz. Arabanızı park ettikten sonra yürüdüğünüz yemyeşil bir kilometrelik patikanın sonunda karşınıza çıkıveren şatonun manzarası, sadece burası için bu seyahate değer hissi veriyor. Şatonun içini, halen ailenin yaşadığı odalar haricinde rehberli turlarla gezmek mümkün. Böyle görkemli yapıların içi bazen hayal kırıklığı olabiliyor, Eltz Şatosu için bu durum geçerli değil bence. Yine de beklentinizi çok yükseltmeyin ve içerisini de görün derim.
Almanya’nın en eski şehri Trier, MÖ 4. yüzyılda Keltler tarafından kurulup, 300 yıl sonra Romalılar tarafından ele geçirilmiş. Mosel Vadisi bölgesini gezmeye geldiyseniz bu şehri de mutlaka görmenizi öneriyorum. Aslında bu oldukça subjektif bir öneri çünkü Avrupa şehirlerine aşina olanlar Trier’in çok da ziyarete değer olmadığını düşünebilir. Ben şehri çok sevdim. Unesco Dünya Mirası Listesi’ne girmiş dokuz yapı barındıran şehirde hem size buranın iki bin yıldan yaşlı geçmişini hatırlatan binalar var, hem de cıvıl cıvıl renkli sokaklar. Hem her yere yürüyerek gidebildiğiniz bir kasabada gibi hissediyorsunuz hem de esasen 110 bin nüfuslu bir şehirde olduğunuz için alışveriş merkezi dahil bir şehir olanaklarına sahipsiniz. Şehre Roma döneminde yapılmış surların giriş bölümü olan Porta Nigra’dan (Siyah Kapı) giriyorsunuz. Trier’de biri Roma mimarisi diğeri Gotik mimari ile yan yana inşa edilmiş inşa iki Unesco Dünya Mirası’na dahil edilmiş Katolik kilisesi var. St. Peter Katedrali ve Liebfrauen Kilisesi. Bunun yanı sıra yine Unesco Dünya Mirası Listesi›nde bulunan Konstantin Bazilikası›nı ziyaret edebilirsiniz. Esasen Romalılar döneminde taç giyme törenleri için dev bir oda olarak tasarlanan yapı, günümüzde kilise olarak kullanılıyor. İçerisi orijinal kullanım amacı nedeniyle alışıldık kilise mimarisinden farklı, çok sade, sadeliğiyle görkemli ve bence bu nedenle ziyaret edilmeyi hak ediyor. Trier ayrıca Karl Marx’ın doğduğu şehir ve Marx’ın doğduğu ev de ziyarete açık.
Bölgeyi gezmek için en güzel zaman nisan ve kasım ayları arası.
Mosel Vadisi Frankfurt, Lüksemburg, Köln havalimanlarından 1.5-2 saat mesafede bulunuyor. Nehir boyunca bu yazıya sığmayan şirin kasabalar ve gezilecek yerler mevcut. Bu nedenle bence bu bölgeyi gezmenin en güzel üç yolundan biri araba kiralamak. Diğer ikisi ise aşağıda.
Mosel Vadisi’ne gelmişken Mosel Nehri üzerindeki tekne turlarına mutlaka katılmanızı hatta mümkünse bu bölgeyi Avrupa’da çok yaygın olan konaklamalı nehir cruise gemileriyle gezmenizi öneririm.
Mosel Vadisi, Avrupa’nın en güzel ve aile dostu, yani çocuklu ailelerin de kolayca kullanabileceği yüzlerce kilometrelik bisiklet ve yürüyüş yollarına sahip. Bizim kültürümüzde çok yaygın olmasa da bir haftalık bisikletli bir aile tatili için bence bu bölge muhteşem bir seçenek.