
Arif Semih Sulubulut’un ilk öykü kitabı Aşağıda Çok Yer Var okurla buluştu.
Sulubulut, “Kitabımı elime aldığımda yazın hayatımdaki kaderimi gösteren bir pusulayı tuttuğumu hissettim” diyor.
Önce başka kitaplarla vakit geçirdim, elimden geldiği kadar erteledim. Bir nevi hakkımda verilmiş hükmün yüzüme karşı okunması olacağını biliyordum bunun. Kitabımı elime aldığımda yazın hayatımdaki kaderimi gösteren bir pusulayı tuttuğumu hissettim. Üslup ve tarzları ayrı iki dosyam vardı. Hangisinin yayımlanacağı bundan sonraki kaderimi çizecekti. Kitabı elime aldım, oturduğum yerden kalkmadan okuyup bitirdim ve demek böyle bir yazar olacağım dedim kendi kendime. O pusula ne kadar sebat edecek gösterdiği yönde, manyetik alanlardan geçerken sapacak mı yoksa, göreceğiz.
Kardeşim benden önce almış, ilk onda gördüm. Elimde tuttuğumun benim kitabım mı yoksa başkasına ait bir kitap mı olduğunun tereddüdünü yaşadım bu sırada. Bazı isimlere baktım hemen, Li-Li-Li-Tahlil mesela, Z.K.R. Nazaray Üniversitesi mesela… Bunları yazdığımı hatırlıyordum, onay için gönderilen dosyada bulunduğunu da biliyordum ama okura ulaştığını kesin olarak görünce şaşırdım yine. Çok ufak da olsa yeni bir şey yaratma hissi geldi geçti içimden. Bir öykümde tüm diyaloglar tersten ve düzden okunuşları aynı olan palindromik cümlelerdi, bunlarda bir sorun olmadığını görünce de rahatladım.
Israr ettiğim hikâyelerin somut hâli
Eşim Betül’e. Yazım ve yayım sürecine dair tüm aşamalarda birlikte heyecanlanıp, birlikte umutsuzluğa düştükten ve hatta ilk imza provalarını kendisine karşı yaptıktan sonra ilk ona imzalamalıydım tabi. Kitabımı imzalamak, ısrar ettiğim hayallerimin somut hâlini sunmaktı ona.
Başlangıcı belirlemek istiyoruz, tarih belirlemenin o şeye nasıl başladığını bilmede kolaylık sağlayacağını düşünüyoruz nedense. Yaklaşık 10 senedir yazıyorum, nasılına gelirsek… Başlarken bir hedefim vardı, galiba lisanstaki çevremin etkisiyle, sonuçta her hukukçu kendini biraz kanun koyucu hisseder. Yazarlığım ve okurluğum birbirini besleyip şekillendirdikçe baştaki tavrım soğuk geldi. Edebiyat alanında olmayan bir maksadı edebi metnin sırtına bindirmeye çalışmanın ağırlığını gördüm çünkü ve başlangıç hedeflerini bıraktım. Öyküyü keşfedince yazma pratiğimi sınayabilecek mecralar açıldı önüme. Birkaç belediye yarışmasında ödül verilince dergilere gönderdim. Böyle başladı süreç, dergilere girmekle.
Süre bakımından ekseriyeti gece vakitleri tutuyor. Çünkü gece uzayıp giden, gündüzse daima kısalan bir zaman dilimi. Gündüzün hep bir bitişi, onu zayıflatacak engeller var, “öğle arası-ikindi-mesai bitişi-eve dönüş-akşam yemeği…” Ama geceyi kesen, zayıflatan bir başka limit yok sabaha dek. Bir de mesai olgusu; gündüz saatleri kendin için olmadığın gerçeğini yüzüne vururken gecenin böyle bir tehdidi yok, sanki orada yaptığınız her şey doğrudan kendi hesabınıza yazılıyor.
Sorunun kaynağında ikisinin eşit olmadığı savından hareket ediyoruz, tıpkı gece gündüz gibi. Ancak nihayetinde ikisi de zaman ölçütü veya ikisi de yazıyı kayda geçiren birer alet. İş yazma aşamasına gelince aletin önemi kalmıyor. Birkaç farklı şekilde yazıyorum. Konu etrafında yazmak, kurgu etrafında yazmak, yazdığım metni uyarlamak… Nasıl yazacaksam kullandığım yazı aletini de ona göre seçiyorum bazen. Ancak bilgisayarları daha çok seviyorum. Çünkü bilgisayar ben yaşarken çıktı ortaya, defter ata yadigârı sayılır.
Merhaba, sitemizde paylaştığınız yorumlar, diğer kullanıcılar için değerli bir kaynak oluşturur. Lütfen diğer kullanıcılara ve farklı görüşlere saygı gösterin. Kaba, saldırgan, aşağılayıcı veya ayrımcı dil kullanmayın.
İlk yorumu siz yapın.