Yazar İkbal Bayrak, kısa süre önce “Aşkın Kapısı” isimli üçüncü kitabı ile okuyucu buluştu. Sevgi, inanç, sorumluluk, vicdan ve ilahi adalet gibi zorlu sınavların arka planındaki gerçeğe dair bir hikâye anlatan Bayrak ile modern yaşamın çıkmazlarında kaybolan bireyin benliğine de ışık tuttuğu yeni romanını konuştuk.
“Tasavvuf kâl ilmi değil, hâl ilmidir. Ancak yaşayan bilir” diyordu hikmet ehli. Ben de kitaplardan okuyarak öğrenmeye çalıştığım tasavvufun söz ilmi değil kalp ilmi olduğunu ancak yaşama gayreti içine girince anlayabildim. Yedi yıl boyunca bir yandan okumaya bir yandan yaşamaya bir yandan da yazmaya devam ettim. Bu süreçte daha yakından tanıdıkça daha büyük bir aşkla bağlandığım Hz. Mevlânâ, beni kendi ilham kaynağı Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) ulaştırdı ve tasavvufla birlikte uzun soluklu tefsir ve hadis okumaları yaptım.
Aşkın kaynağı Vedûd olan Allah’tır. Külli aşka ulaşabilmemiz için de alıştırmalar vermiştir Rabbimiz. Cüzi aşklar O’na gidebilmemiz için açılan yollardır yani. Hani çocukken annemiz beni ne kadar seviyorsun diye sorduğunda, kollarımızı açıp dünya kadar derdik ya, bu çok güzel bir örnek aslında. Eşimizi de Jüpiter kadar sevdik diyelim. Dünyanın kaç katı sevgi bu ama dünya hacmindeki anne sevgimizde bir eksilme olmaz. Onun yörüngesi ayrı, yolu ayrı. Daha sonra bir Allah dostunu severiz, güneş kadar. Mevlânâ Hazretleri gibi büyük velileri severiz, güneşten çok daha büyük yıldızlar kadar. Bir mürşid-i kâmili severiz, Samanyolu kadar. Diğer mürşitleri, sahabeleri severiz, her biri bir galaksi kadar. Resulullah (sav) Efendimiz’i severiz, semâvat kadar. Allah Teâlâ Hazretleri’ni severiz, arş kadar, kürsi kadar… Yani Rabbimiz kademe kademe aşk talimi yaptırır bize. Böyle genişleye genişleye Allah sevgisine gelen birinin kalp hacmi arş kadar büyür. Allah aşkı ancak böyle bir kalpte tecelli eder. Yere göğe sığmam, mü’minin kalbine sığarım, diyor ya Rabbimiz…. Peygamber, veli ve salihlerin diri kalbidir bu; Elemneşrahleke sadrak, ayetinde belirtilen kalp genişlemesi.
Bizi Allah’a ulaştırabilecek olan ancak Peygamber (sav) Efendimiz’in aşkıdır ki O (sav) Rabbimizden aldığı nuru kâinata yansıtan pirüpak bir ayna gibidir. Bizlerin kalbi de bu nurdan nasiplenebildiği nispette genişleyebilir. Fakat Efendimiz’i layıkıyla sevebilmek için de büyük bir veliyi sevmiş, evliya sevgisini tatmış olmamız gerekir. Hz. Mevlânâ, Hz. Şems’teki Allah aşkını görünce vurgun yemişe döndü. Onun aynasında Cenâb-ı Hakk’ın nurunu seyretmek bile onu sarhoş edince aynı aşka kendisi de ulaşmak istedi. “O zaman, bana teslim olup ben ne dersem onu yapacaksın,” şartını koşan cihan şeyhine teslim oldu. Hz. Şems, mürşidlik yaptığı Hz. Mevlâna’nın gönlündeki okyanusu tutuşturdu ve onu ledünni ilimle irşad edip sırların sırrına ulaştırdı. Dünyada başlayıp cennete uzanan ölümsüzlük sırrı. İlahi aşk kapısından geçen Şems-i Tebrizi’ler, Hz.Mevlana’lar, Hz.Taptuk Emre’ler, Yunus Emre’ler gibi büyük veliler aşk deryasına dalmışlar ve bizlere de oraya ulaşılacak yolları tarif etmişler. Onların orada tattıkları aşkın, dünya kelamıyla tarifi mümkün olmadığı için ‘Aşkı anlatan bilmez, bilen söylemez,’ derler.
Elbette var, olmaz mı; Selim’in kitapları ve okumayı sevmesi, iç dünyasıyla meşguliyeti, insanı anlama çabası, sürekli ve derinlemesine hayatı sorgulaması, ölüm bilmecesini çözme gayreti benden izler taşıyor. Fakat en önemli ortak yönümüz, tasavvufa ilgi duyana dek ben de tıpkı Selim gibi dinimizden bihaberdim. Hatta ben daha seküler bir çevrede yetiştim ve üniversite eğitimi için de Amerika’ya gittim. Yani tamamen Batı değerleri ile yetiştim. Dini, namaz, oruç, zekât gibi zahiri farzlardan ibaret zannediyor batıni hükümleri hiç bilmiyordum. İslam’ın şefkat dini olduğunu, Peygamber Efendimiz’in (sav) kadınlara verdiği değeri, hayvanlara olan hassasiyetini, doğaya gösterdiği özeni öğrendikçe O’na (sav) olan hayranlığım katlanarak arttı.
O’nun hakkında okudukça, O’nu daha iyi tanıdıkça gördüm ki, insanlığın ihtiyaç duyduğu en zarif, en şefkatli, en naif davranış örnekleri O’nun (sav) mübarek hayatında sergilenmişti. Çünkü O Muhammed Mustafa (sav) bütün insanlık âlemine gönderilmiş mükemmel bir ahlâk örneğiydi. Ben de öğrendiklerimi zamanla hayatıma adapte etmeye başladım. Tasavvuf da İslam’ın aşkla yaşanması demek zaten. Ne yazık ki böyle bilinmiyor. Bunlar anlatılmadığı için de özünü, yani kendini, değerini, gerçek bir saadeti arayan insanlar yalan yanlış yerlere yöneliyor. Duygu boyutu anlatılmadığı için ruhsuz bir iskelet gibi görünen, hurafelerden ibaret bir din anlayışı, gençleri cezbetmiyor bilakis İslam’dan giderek uzaklaştırıyor. Bugün Müslüman ülkeler de dahil tüm dünyada ateizm, deizm, Budizm veya çeşitli enerji terapileri gibi batıl yollara yönelişin temel sebebi de bu; İslam dünya görüşünün ihtişamından layıkıyla haberdar olunmaması.
Namaz, oruç, zekât, hac gibi zahiri ibadetleri kalp ve beden ahengi içinde ihlasla eda etmemiz farz olduğu gibi merhamet, cömertlik, tevâzu, hoşgörü gibi ahlaki vasıflarla donanmamız da üzerimize farz. Müslümanın, beş vakit namazını kılmaya gösterdiği hassasiyeti, tevazu sahibi bir insan olma gayretine de göstermesi gerekiyor. Çünkü her ikisi de farz. Ramazan orucunu eda etmekte gösterdiği özeni, sabırlı bir insan olmak için de sergilemesi gerekiyor. Haramlarda da aynı ikili sınıflandırma geçerli. Rabbimizin bize yasakladığı konular da zahiri haramlardan ibaret değil. İçki, kumar, domuz eti gibi zahiri haramlardan uzak durmaya özen gösteren bir Müslümanın aynı hassasiyeti kibir, bencillik, cimrilik, haset, gıybet, yalancılık, acımasızlık gibi batıni haramlar konusunda da göstermesi gerekiyor. Domuz eti yemek ne kadar iğrenç geliyorsa bir Müslümana, gıybetten de en az o kadar tiksinmelidir. Zira gıybet içinde kul hakkı da bulunduğu için domuz eti yemekten çok daha beter bir günahtır. Ben zahiri farzlara uyuyorum, zahiri haramlardan kaçınıyorum diyerek batıni farzları ve haramları ihmal etmek de sadece bâtına özen gösterip zahiri önemsiz görmeye kalkmak da bâtıldır. Müslümanların dünyanın en muazzam medeniyetlerini kurdukları altın çağları, İslam’a sadakatle bağlı oldukları zamanlardı. Bugün dünya İslam’ın hidayetini bekliyor, günümüz Muhammedi ahlaka muhtaç. Hakikati arayan insanoğluna en güzel cevabı, İslam’ı hakkıyla yaşayan, gayretli ve teslimiyet ehli, şefkat, merhamet ve hoşgörü timsali, zarif Müslümanlar verecektir…
İnsanların ortak yönü hakikati aramaları romanda; Yasin, Kenan Dede, Cemil Baba hatta Robert Omar ve eşi Nicole Noor gibi her biri ayrı bir kitap konusu olacak insan hikâyeleri var. İnsan hikâyelerini kıymetli bulur, biriktirir misiniz?
İnsan tanımayı daha doğrusu insanı tanımayı çok seviyorum. Bir kişinin kim olduğunu gösteren de kimlik bilgileri veya etiketleri değil, hikâyesidir. Her hayat bir hikâye anlatır, okuyanı olsun olmasın. Romanda Yasin bir çoban, Kenan Dede 70’li yılların ünlü sinema sanatçılarından, Cemil Baba bir meczup, Derviş Ali İtalyan bir yazar, Robert Omar Amerikalı bir genç, Nicole Noor İngiliz bir hemşire, Salih Baba Kapalıçarşı’da Ermeni bir mine ustası, ana kahramanımız Selim iş dünyasında adını duyurmuş başarılı bir CEO ama onlar bu etiketlerden ibaret değiller, her birinin bir hikâyesi var. Bambaşka yerlerde bambaşka hayatlar yaşamış bu insanların hepsinin ortak yönüyse hakikati arıyor olmaları. Dolayısıyla buluşma noktaları da tasavvuf oluyor.
Evet öyle çünkü Hz. Mevlânâ, büyük bir İslam âlimi olmasına rağmen dinler üstü bir anlayışa sahipmiş de onun insana ve insani değerlere karşı gösterdiği yüksek hassasiyet, İslamiyet’in dışında, sadece onun yüce gönüllüğünden kaynaklanan şahsi bir erdemden ibaretmiş gibi yanlış bir algı var maalesef. Hz. Pir, ‘Ne olursan ol gel’ diyerek inanç ve ahlak konusundaki yanlışlıkları kabul eden birisi değil, her Müslümanın sorumlu olduğu tüm uyarı ve irşat görevlerini eksiksiz yerine getiren, hatalardan dönmenin bir erdem olduğunu belirten, İslam’ın hoşgörüsünü tam manasıyla anlayan ve anlatan büyük bir tebliğci, gönüllere hitap eden bir gönül hekimidir. Onun engin hoşgörüsü, insanlara ayrım gözetmeden kucak açan şefkat ve merhametiyse Muhammedî nuru ve ahlâkı en güzel şekilde yansıtan nadide bir ayna olması sebebiyledir. Fakat kendisi hayattayken dahi onu ve sözlerini yanlış anlayıp aktaran veya menfaatine alet etmek üzere çarpıtarak aktaranlardan bezmiş olmalı ki, şöyle diyor; “Bu can bu tende oldukça Kur’an’ın kulu, kölesi, Hazret-i Muhammed’in (sav) nurlu yolunun toprağıyım. Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bizarım, o sözden de.”