İngiltere'de İslam ve Tasavvuf adlı kitaptan yola çıkarak konuştuğumuz Doç. Dr. Nurullah Koltaş, Batı’da tasavvufî hayat tarzı üzerinden İslam’ı tanıyanların sayısının arttığını söylüyor. Koltaş, “Sayının günden güne arttığını söylemek mümkün” yorumunu yapıyor.
Tasavvufî müesseseler ve tarikatlar, ulaştıkları her beldede İslam’ı insanlara tanıtma görevi üstlenmişler. İngiltere de ilmi, siyasi ya da askeri faaliyetlerle tasavvuf teori ve pratiğinin ulaştığı bu beldeler arasında yer alıyor. Özellikle 20. yüzyıl başlarından itibaren göçler ve ihtidalarla İngiltere’nin birçok bölgesinde serpilen tasavvuf yolunun İngiltere’deki seyrini, İslam’ın bu ülkedeki seyriyle birlikte düşünmek gerekiyor. Doç. Dr. Nurullah Koltaş, yeni kitabı İngiltere’de İslam ve Tasavvuf’ta geçtiğimiz yüzyılda öne çıkan ihtidalar ve cemiyetleri, İslam beldelerinden sufilerin İngiltere’ye gelişi ve sufiliğin yayılışını, ayrıca tanıdıgünümüzdeki mevcut durumu ele alıyor. Koltaş, İngiltere’de İslam’ın bir çırpıda değil birtakım safhaların neticesinde büyük bir teveccüh gördüğünü anlamak için bazı hadiselere ve ferdî gayretlere değinmek gerektiğinden bahsediyor. Ayrıca Batı’da İslam ve sufiliğin yayılış tarihine, kurumlara ve literatüre odaklanmak istiyorsak, her bir ülkenin kendine özgü koşullarını göz önünde bulundurmak gerektiğinin de altını çiziyor. Doç. Dr. Nurullah Koltaş ile yeni çıkan kitabı üzerinden İngiltere’de İslam ve tasavvufu konuştuk.
Bunun cevabı, bizzat soruda altı çizilen bir ayrıntıda saklı. Zikredilen oranlarda mevcut Müslümanların yarıdan fazlasının İngiltere doğumlu oluşu hem ülkeye göç eden Müslüman nüfusun ikinci ve üçüncü kuşaklarını hem de ihtida edenlere işaret ediyor. Dolayısıyla ihtida sayısındaki artış, alan araştırmaları için başka pencere açıyor da denebilir. Diğer taraftan, bugün nasıl yaşandığını anlamak için İslam’ın bu topraklara gelişiyle alakalı bildiklerimizin gözden geçirilip tevsik edilmesi büyük önem taşıyor. Ülkede Müslümanların tarihine bakıldığında, söylenceler bir tarafa seyahatname ve hatırat tarzında eserlerden elde edilen olumlu ve olumsuz ya da yanlı ve yansız bakış açıları, zaman içinde belli bir birikimin oluşmasına hizmet etmiş görünüyor. Burada yanlılıktan maksat, kilisenin dayattığı İslam ve Müslüman algısının gölgelediği izlenimlerin, sonraki yüzyılları da etkileyecek marazî bir yaklaşım barındırmaları. Nitekim oryantalistlerden bir bölümü, bu hastalıklı yaklaşımın etkisiyle genelde Müslümanlar özelde ise tasavvuf ve sufilerle alakalı mesnetsiz değerlendirmelerde bulunuyorlar.
Avam Kamarası’dan 25 Müslüman milletvekili
Batı’da İslam ve sufiliğin yayılış tarihine, kurumlara ve literatüre odaklanmak istiyorsak, her bir ülkenin kendine özgü koşulları göz önünde bulundurulmak durumunda. Aksi halde, Batı’da İslam ya da Batı’da tasavvuf gibi genel değerlendirmeler, bu ülkelerde tabiri caizse gurbet hayatı süren Müslümanların faaliyetlerini doğru konumlandırmayı güçleştiriyor. Sorunuzu temele alarak, İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiliz kolonilerinden ülkeye göçlerle gelen özellikle gemi işçilerinin (lascar) ihtiyaçları doğrultusunda küçük çaplı olmakla birlikte camiler, zaviyeler ve cemiyetler tesis edilişiyle artık yeni bir safhaya geçiliyor denebilir. Somali, Yemen ve Güney Asyalı çok sayıda Müslümanın ibadet, eğitim, evlilik ve cenaze hizmetleri dahil çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması için kurulan organizasyonlar arasında Liverpool Müslüman Cemiyeti ve Camii ile Woking Enstitüsü’nün başı çektiği organizasyonlar, görünen o ki önemli bir açığı kapatıyorlar. Osmanlı ve Sultan II. Abdülhamid’e olan teveccühü ile çok sayıda ihtidaya vesile olan ve Liverpool’da kurduğu cemiyet ve yayınlarıyla dikkat çeken kendi ifadesiyle Britanya Adaları Şeyhülislam’ı Abdullah Quilliam, esrarengiz bir şahsiyet ve bazılarına göre şüpheye sebebiyet verecek bir hayat tarzına sahip. Yine de İngiltere’de soylulardan tüccarlara ve olağan vatandaşlara kadar birçok kişinin din olarak İslam’ı seçmesinde etkili oluyor. Bu, aslında günümüze kadar etkinliğini sürdüren ve bugün ivme kazanan bir süreç. Farklı coğrafyalardan gelenler yanında İngiliz kökenli Müslümanlar gerek iş dünyasında gerekse akademide, yani sosyal hayatın her cihetinde faaliyet göstermekteler. Yakınlarda gerçekleştirilen seçimlerle Avam Kamarası’na 25 Müslüman milletvekili seçildi örneğin. Farklı birçok cemiyet söz konusu olmakla birlikte, Cuma ve bayram namazları gibi vesilelerle bir araya gelerek hem genç kuşaklara hem de kalbi meyilli olanlara örneklik teşkil etmekteler. Kuşkusuz İslam dünyasında olup bitenler İngiltere’deki Müslüman gruplarda yansıma bulsa da bu topraklarda yaşayan Müslümanların nezdinde esasen birliktelik ehemmiyet arz ediyor.
“Öteki” olduğumuzun altı çiziliyor
İslamofobinin tohumlarının çok daha öncesinde atıldığı muhakkak. İbrahim Kalın Bey’in Ben, Öteki ve Ötesi, Modern, Barbar, Medeni çalışmaları, Özcan Hıdır’ın Batı’da Hz. Muhammed Algısı vb. eserlerde, İslam’ın yaşanır olmadığı topraklarda İslam’a, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik düşmanca ve önyargılı tutumlarına ilişkin ayrıntılarla karşılaşıyoruz. Herkes meseleye kendi zaviyesinden yaklaştığında, mensubu olduğu zeminde yer almayanlar birer terbiyeye muhtaç kişilik gibi de düşünülebiliyor. Vazife-i temeddün adı verilen bu eğitme, daha doğrusu terbiye etme görevi, bir Hristiyan için Hristiyanlığı benimsemeyenler üzerinde gerçekleştirilmesi zorunlu bir faaliyet. Diğer bir açıdan, Atinalılar için Atinalı olmayanlar daima barbar, o halde medenileştirilmeleri bir zorunluluk. Günümüzde İslamofobinin nedenleri üzerinde durulurken, Avrupa merkezli anlayışın ancak kendisinden türemiş addettiği olgulara yakınlık duyduğunun altını çizmek gerek. Böylece Asr-ı Saadet’ten başlayarak savaşlar ve ilmî faaliyetlerin belli bir karşıt tavra neden olduğunu anlayabiliyoruz. Endülüs döneminde de Orta Çağ’da da durum farklılık arz etmiyor. İslam’a olan nefret sebebiyle akla hayale sığmaz nitelendirmelerde Müslümanların “öteki” olduğunun altı çiziliyor. Bir kişinin İslam’ı benimsemesi Müslümanlar için hidayete erme, ihtida olarak adlandırılırken, Hristiyanlar açısından aynı kişi “dönek” (renegade) olarak karşılık bulabiliyor. İngiltere’ye olan göçlere bu pencereden bakıldığında, kurulan her müessesesinin hoş kabul görmediği, düşmanca birtakım tavırlılarla karşılandıklarına dair örnekler olmakla birlikte sonraki süreçte ihtidalara vesile oldukları da söylenebilir.
II. Dünya Savaşı’ndan itibaren tasavvufa ilgi artıyor
Çalışmamızın asıl odağı sufiler olduğundan, sufiliğin yalnızca sosyolojik bir hadise olarak değil tasavvuf teori ve pratiği açısından değerlendirilmesi gerekiyor. Ülkeye göç eden Müslümanlar arasında tasavvufi hayat tarzını benimseyen fertlere ilaveten, Batı’da geçtiğimiz yüzyılda sufilik açısından önemli bir isim olan Şâzelî şeyhi Ahmed el-Alevî’nin halifelerinden Şeyh Ali el- Hâkimî’nin kurduğu zâviyeler de İngiltere’de tasavvufun yayılışının duraklarından. İslam dünyasında neşvünema bulan tarikatlara ilaveten tasavvufî bir görünüm arz eden bazı sufi görünümlü hareketler de mevcut. II. Dünya Savaşı’ndan itibaren tasavvufa ilgi duyanların sayısı artarken, Martin Lings ve Charles Gai Eaton gibi entelektüel muhitte karşılık bulan mütefekkirler ve Şâzeliyye, Kâdiriyye, Halvetiyye gibi çok sayıda tarikat ve kollarına ait zâviyeler belli bir cazibeye vesile olmuşlar. Böylece tarikatlar artık yerli hale gelirken diğer dünya genelindeki zâviyelerle irtibat canlı tutuluyor. Artık tasavvuf teori ve pratiğinin olması gerektiği gibi sürdürülmeye çalışıldığı dönemlere tanık oluyoruz. Kısıtlı süre ve sufi organizasyonların kendi içlerinde sırrî bir hüviyet taşıması yüzünden değerlendirmelerimiz eksiklik taşıyabilse de bu topraklarda İslam’ın yayılışında sufiliğin başat bir faktör oluşu hem alan çalışmaları hem de yüz yüze yapılan görüşmelerde rahatlıkla ortaya konabiliyor. Bilindiği üzere tasavvufî bir hayat tarzını benimseyenler, din-i mübini yaymayı da bilfiil amaç ediniyorlar. Hatta şöyle de denebilir: Doğu’da Müslüman olup sonra sufiyane bir hayat tarzı benimsenirken, mevcut çalışmalar Batı’da tasavvufî hayat tarzı üzerinden İslam’ı tanıyanların varlığını gösteriyor. Mevlid-i Nebi ve bayram gibi özel buluşmalara ilaveten neredeyse tüm tarikat ve kollarına mensup olup evrâd ve ezkârlarını ifaya riayet edenlerin sayısının günden güne arttığını söylemek mümkün. Dolayısıyla en az İslam dünyasındaki kadar canlılığını muhafaza ettikleri söylenebilir.
Oryantalistler Anadolu’daki tasavvufa değinmemiş
Oryantalist bakışının tasavvuf alanındaki çalışmalara yansımaları bilhassa üzerinde durulması gerekli bir husus. Bu sahada kalem oynatanların yazdıkları uzunca bir süre tasavvufa bakışı da etkilemiş. Bununla birlikte, oryantalistlerin çalışmalarının tamamını aynı kefeye koyulmaması icap ediyor. Hatta Alman oryantalistler ile İngiliz oryantalistler arasında bile kategorik bir ayrım söz konusu. Oryantalistlerce ortaya konan bazı ilk dönem çalışmalarda, özellikle tasavvufun menşei konusunda bir zihin bulanıklığından bahsetmek mümkün. Tasavvufun Aryan bir kökenden, Hint mistiklerinden, antik Mısır’dan, ilk keşişlerden tevarüs edildiğini dile getiren Dozy, Brown, Margoliouth gibi oryantalistler yanında William Jones gibi Asiatic Society bünyesinde İngiliz kolonilerde çeşitli faaliyetlerde bulunup burada elde ettikleri klasikleri bir biçimde aktaran figürlerle de karşılaşıyoruz. Bahsi geçen algıda dikkat çekici olan şey, ‘egzotik’ Doğu’yla ilişkili bir olgu gördükleri tasavvufun kan ve kılıçla eş tuttukları İslam’dan neşet edemeyeceği düşüncesi. İşin ilginç yanı, İslam beldelerinde tasavvufa dair olumsuz beyanların bu olumsuz söylemden beslenmekte. Geçtiğimiz yüzyılda ülkeleri için cenk meydanına akın eden sufiler, bu anlayışı bir miktar sarsıyor. Pasif olarak tasvir edilen sufilerin din söz konusu olduğunda adanmışlıkları şaşırtıyor. Diğer bir husus ise bahsi geçen oryantalist çalışmalarda Anadolu’daki tasavvufa değinilmemiş, hatta görmezden gelinmiş olması. Sonraki dönemde bazı önemli klasikleri İngilizce ve diğer batı dillerine aktaran Nicholson ve tilmizi Arberry gibi oryantalistlerle de karşılaşıyoruz. Günümüzde ise durum daha ümit verici. Nitekim akademik çalışmalarda ilmî saikların öne çıktığı gözlemleniyor.
Kutsal’ı arayanlar Doğu’ya yöneliyor
Orta Çağ’dan itibaren savaşlar ve Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan makineleşmenin ardından belirginleşen kutsal hissinin kaybı, herkeste olmasa bile bu hissi arzulayan az sayıda kişiyi hakikatin ne olduğu konusunda arayışlara sevk etmiş olmalı. Fransız asıllı Müslüman mütefekkir René Guénon’un tabiriyle saflığını henüz yitirmemiş Doğu, kutsal olanla irtibat kurmak isteyenler için hatırlatıcılar da barındırmakta. Elbette Doğu’ya yolculuğa çıkanların tamamında aynı iştiyaktan bahsetmek olanaksız. Yine de içlerinden bir bölümü, İslam ile temaslarını Doğu’ya yolculuktan önce yoğun okumalarla gerçekleştiriyorlar. Doğu topraklarına gidip daha önce yalnızca malumat sahibi oldukları şeyleri müşahede etmeleri, ihtidalarını kolaylaştırıyor. Böylesi vesilelerden önce kuşkusuz hidayetin bir nasip olduğu da unutulmamalı.
Müslüman hayat tarzının şehir prototipi
Büyük ya da küçük ölçekli benzer toplulukları inşa ideali havsalamızda tazeliği daima korumakta. İsminin El-Medinetü’l-Fâzıla, Erenköy ya da bahsi geçen örnekteki gibi Müslüman Köyü olması, aynı tasavvurla yola çıkıldığı düşüncesini değiştirmiyor. Norwich’teki tecrübe, Müslüman olmayan bir beldenin dayattığı şartlara rağmen değirmenden ciltçiliğe gelenekli sanatlar ve fütüvvet neşesi taşıyan mesleklerle iç içe gençlerin seyrüsüluklarını devam ettirdikleri bu şehir prototipi, zamanla içeriden ve dışarıdan birtakım olumsuzluklara rağmen ideal bir hayat tarzının kuvveden fiile döküldüğünün bir ispatı. Daha sonrasında da müstakil bir muhit oluşturma girişimlerinin hız kesmeden devam ettiğine tanık oluyoruz. Norwich’te Şeyh Abdülkadir es-Sufi’nin etrafında kümelenen bağlıların faaliyetleri yanında çeşitli muhitlerde camiler, zâviyeler, dernekler ve yayınevleri kuruluyor ki bahsi geçen idealin herkes tarafından paylaşıldığının da bir göstergesi bu durum. İngiltere’de aralarında Hakkâniyye, Şâzeliyye, Semmâniyye, Bâ Aleviyye, Ticâniyye, Budşîşiyye gibi çok sayıda tarikat ve kolun bulunduğu muazzam bir yelpaze mevcut ve bu tarikatlar gelenekle olan bağlarını koparmamak için İslam beldelerinde geleneksel tasavvufî hayatın devam ettirildiği merkezlerle sürekli irtibat halindeler. Her birinin kendisine özgü faaliyetleri olsa da İngiltere’nin muhtelif şehirlerinde türlü vesilelerle bir araya gelerek kardeşlik bağlarını perçinliyorlar. Şeyh Ahmed Babikir’in kurmuş olduğu Rumi’s Cave gibi oluşumlar da dini ilimlerin yanı sıra sanattan edebiyata her yaş grubu için sundukları programlarla samimiyetlerini pekiştiriyorlar. Hülasa, ulaşım imkânları ve kitle iletişim araçlarının sağladığı kolaylıkların bir getirisi olarak gelenekle bağlarını güçlü tutup nazari ve ameli açıdan elden geldiğince sufiyane bir hayat sürenlerin hakikate erişme yolunda ilerleme çabaları içimizi ısıtıyor.