Bir zamanlar lezzetiyle ön planda olan yemekler, günümüzde görsellik üzerinden değerlendiriliyor. Yemek masaları, beslenme ihtiyacını karşılamaktan ve tat alma hazzından çok bireylerin sosyo-ekonomik düzeylerini sergiledikleri bir vitrin haline geldi. “Nerede yemek yiyorsun?” sorusu, “Ne kadar gelir elde ediyorsun?” anlamını taşıyor artık. Lezzet mi? O çoktan geri plana itildi. Şimdi hangi restoranda, kimlerle, ne yediğin ve aldığın beğeni sayısı, yemeğin lezzetinden çok daha önemli. “Tabağındakini bitir, sonra arkandan ağlar” diyen annelerimizden, “Elini sürme, fotoğrafını çekeceğim!” diyen yeni nesle geldik.
Restoran ve kafelere yemek için değil, sırf fotoğraf çekip konum bildirmek için gelenlerin sayısı da hiç az değil. “Ne kadar tüketir ve ne kadarına sahip olursam, sosyal medyada o kadar var olabilirim” düşüncesiyle ve milyon takipçiye ulaşma hayaliyle, masalar yenmeyecek yemeklerle donatılıyor. Her adım “Instagram’a yakışır mı?” düşüncesiyle atılıyor. Bir “like” uğruna gelsin selfieler, fotoğraflar... Çekimler bitene kadar kimse elini bir şeye süremiyor. Yasak. Fotoğraflar sosyal medyada en iştah kabartıcı, en estetik şekilde, en etkileyici müzikler eşliğinde paylaşılıyor. Yemek mi? Birkaç lokma alındıktan sonra ödemesi yapılıyor ve mutlulukla mekândan uzaklaşılıyor. Şöyle bir hikâye anlatsam eminim çoğumuza tanıdık gelecektir.
O gün restoran, her zamanki gibi kalabalıktı. Yeni açılmış, Instagram’da fenomen olmuş bir mekân... Menüden çok dekorasyon konuşuluyor, herkesin dilinde “oraya gitmelisin” cümleleri dolaşıyordu. Kapıdan içeri giren dört kişilik grup, hemen göze çarptı. Ellerindeki telefonlar, masadan önce mekânın her köşesini tarıyordu. Garsona masalarındaki en popüler yemekleri sordular. Amaçları yemek değil, bu yemeklerin masadaki estetik duruşuydu.
Siparişler birer birer geldiğinde, masanın etrafında adeta bir hareketlilik başladı. Tabakların açıları ayarlandı, peçeteler katlandı, içeceklerin pipetleri dikkatlice eğildi. Her şey “o mükemmel kareyi” yakalamak içindi. Birbirlerine talimatlar vererek telefonlarıyla çekim yapmaya başladılar.
“Biraz daha yukarıdan çek,” dedi biri, tabağındaki yemeği çatalıyla karıştırırken. Bir diğeri, ışığı kontrol ediyordu, “Böyle olmaz, arkadan gelen ışık çok parlak!” Dakikalarca süren bu “savaş” sonunda bittiğinde, masadaki yemeklere hâlâ kimse dokunmamıştı. Sohbet başladı: “Benim fotoğrafım kesin daha fazla like alır,” dedi içlerinden biri. Diğeri itiraz etti: “Ama ben bu sefer filtreyi çok iyi ayarladım. Göreceğiz!”
Paylaşımlar yapıldı, altına dikkatlice seçilmiş emojiler eklendi, hikayelere şık bir müzik eşliğinde yerleştirildi. Ancak masadaki yemekler hâlâ dokunulmamıştı. Çekimler bittiğinde tabaklardan birkaç lokma alındı, yüzlerde memnuniyet dolu bir ifade belirdi. Ama bu memnuniyet, yemeğin lezzetinden değil, paylaşımlarının aldığı etkileşimden kaynaklanıyordu. Grup, masadan kalkarken birbirlerine gülümseyip, bir sonraki popüler mekânda buluşmak üzere vedalaştı.
Garson masaya geldiğinde, tabakların çoğu neredeyse olduğu gibi duruyordu. Daha dakikalar önce çekilen “mükemmel” karelerin yıldızı olan yemekler, olduğu gibi çöpe atıldı.
Son yıllarda Türkiye’de popülerleşen Dubai çikolatası, bu dijital dönüşümün en yakın örneklerinden biri. Sosyal medyaya bir anda yayılan bu çikolataya ulaşabilmek uğruna saatlerce kuyruklarda beklenmesi, aslında bir statü göstergesi ile ilgili. İnsanlar, bu çikolatayı sırf bir “trend”i yakalamak için alıyor, ambalajını sergiliyor, fotoğrafını çekiyor ve paylaşıyor. Tadı mı? Aslında çoğu kişi bu detaya odaklanmıyor bile. Asıl mesele ona ulaşabilmekte… “Ben de buradayım” demenin bir yolunu bulabilmekte...
Dubai çikolatası gibi popülerleşen ürünler, aslında sosyal medyanın tüketim alışkanlıklarımızı nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Bir ürünü gerçekten beğendiğimiz için mi alıyoruz, yoksa başkalarının beğenisine sunmak için mi? Kendi mutfak kültürümüzün inceliklerini sergilemek varken neden başkalarının trendlerine gereğinden fazla sahip çıkıyoruz? Baklavamız, katmerimiz ya da Türk lokumumuz, küresel platformlarda Dubai çikolatası kadar konuşulmayı hak etmiyor mu sizce de? İşte burada sosyal medyayı nasıl kullandığımız, kendi değerlerimizi ne kadar ön plana çıkardığımız önemli hale geliyor.
Dünya değişiyor ve bizler tabii ki bu değişime ayak uydurmalıyız. Nihayetinde insanın kendini yenilemesi, güncellemesi kadar doğal bir şey yoktur. Ancak değişim ile yozlaşmayı birbirinden ayırt edebilmeyi bilmeli, özgürlükler içinde sınırlarımızı belirleyebilmeliyiz. Popüler kültürün ve sosyal medyanın insanları esir aldığı bu dönemde, değişimi bir yozlaşma aracı olarak değil, geleneksel değerlerimiz ile modern dünyanın sunduğu fırsatlar arasında bir denge unsuru olarak değerlendirebilmeliyiz.